Osmanlı’yı Yıkan Petrol

Avrupa 1914 yılı yaklaşırken karışıyor ve ülkeler iki kutuba ayrılmış olarak büyük bir savaşa doğru gidiyordu. Almanya ve İtalya kendi iç birliklerini İngiltere ve Fransa gibi kıtanın diğer güçlü devletlerinden çok daha sonra, 1871 yıllarında tamamlayabilmişler ve onlar gibi genişleyip sömürgeler elde edememişlerdi. İlerlemiş sanayileri için ucuz hammadde elde edecek ve ürettiklerini satacak sömürgeler ve pazarlar bulmaları gerekiyordu. Nitekim 1911 yılında İtalyanların Trablusgarp’ı ele geçirmeleri de bu nedenle olmuştu. Almanya’nın gözü de Orta Doğu’daydı.
18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, ilk önce İngiltere’de başlamış olan sanayi devrimi çağında enerji kaynağı olarak artık kömür yerine buhar kullanılıyordu. Boulton ve Watt Şirketi’nin 1786 yılında piyasaya sürdüğü elli beygir gücündeki buharlı makina ilk olarak bir un fabrikasına satılmış, onu da hemen iplik, dokuma ve demir fabrikaları ile maden ocakları izlemişti. Sanayi demek enerji demekti.
PETROL BULUNUYOR

Osmanlı haritası (1913)

19. yüzyılın ikinci yarısında ise enerji kaynağı olarak petrol kullanılmaya başlandı. Kömür ve buhara göre çok daha güçlüydü. Lambalarda ışık kaynağı olarak yüzyıllardır bilinen yer üstüne sızan petrol, yerin altından ilk olarak 1859 yılında ABD’nin Pennsylvania eyaletinde çıkarıldı. Aslında emekli bir demiryolu kondüktörü olan Edwin Drake dünyanın ilk petrol kuyusunu, emekliliğinde Seneca Oil Şirketi adına çalışırken Titusville’de, bir demirci ustası olan William Smith’e inşa ettirdi. Üstü ahşap yapılı bu ilk kuyunun içinden yerin 21 metre altına girmeyi başarmıştı. Edwin Drake, buluşunun patentini almayı aklına getirmediği için kendisine bir ev verilerek ödüllendirildi.
1871 yılında yapılan araştırmalar ise Ortadoğu’da Fırat-Dicle Vadisi’nde Kerkük ve Musul bölgesinde zengin petrol yatakları bulunduğunu ortaya çıkardı. Rockefeller’in 1879’da kurduğu Amerikan sermayeli Standard Oil Şirketi ile Sir Henry Deterding’in kurduğu İngiliz sermayeli Royal Dutch-Shell Şirketi petrol arama konusunda kıran kıran bir mücadeleye girdiler. İngilizler Osmanlı devletine başvurarak tüm masraflarını kendileri karşılamak üzere arkeolojik kazılar amacıyla izin istediler. Amaç bölgedeki petrol yataklarını araştırmaktı.
ARKEOLOJİK KAZILAR
Dönemin padişahı II. Abdülhamid, İngiltere ile yakın ilişki kurmak düşüncesiyle arkeolojik kazılara izin verdi. Bir yandan da kazı alanlarında görevlendirdiği yerli işçiler aracılığıyla kazıların amacını takibe aldı. II. Abdülhamid bunun aslında petrol arama faaliyeti olduğunu anlayınca açılan kuyuları kapattırdı. Petrolü bir koz olarak kullanarak sondaj ve üretme imtiyazı vermeksizin Almanlara yanaştı. Alman mühendis Paul Groskopf’a yaptırdığı incelemeyle petrol yataklarının bulunduğu bölgeleri tesbit ettirdi. 1888 ve 1898 yıllarında yayınladığı iki fermanla da Musul ve Bağdat illerindeki petrol alanlarını Hazine-i Hassa’ya yani kendi özel padişah hazinesine devretti, petrol bölgelerini ‘Emlak-ı Şahane’ yani padişah mülkü ilan etti. Artık petrol işletme hakkı tamamen kendisinin hukuki ipoteği altına alınmıştı, II. Abdülhamid Bağdat ve Hicaz Demiryollarını da petrol bölgelerinden geçiriyordu.
1901 yılında bir Alman teknik görevlinin bölge için “Gerçek bir petrol gölü” tanımını kullanması ve Musul bölgesini gezen bir Alman gazetecinin de “Bölgenin tamamının petrole bulanmış olduğu” yönündeki tanımlaması, Batılı devletlerin Ortadoğu iştahlarını daha da açtı.
Churchill’in de daha sonra söyleyeceği gibi “Bir damla petrol, bir damla kandan daha değerli” duruma gelmişti. Yine ABD Başkanlarından Harding’in belirteceği gibi “Dünya ekonomisinin anahtarı ve geleceğin en kuvvetli teminatı petroldü” artık. 1908 yılında ABD’nin, Amiral Chester’i temaslar için İstanbul’a göndermesiyle Osmanlı-ABD ilişkileri de resmen başladı. Ancak dünyada güç henüz Avrupa’daydı.
Padişah II. Abdülhamid, toplumda Meşrutiyet yani meclis sistemi taleplerinin arttığı bir dönemde, din taraftarlarının çıkardığı 31 Mart Ayaklanması’nı bastıran askerler tarafından 27 Nisan 1909’da tahttan indirildi. Yönetimi devralan İttihat ve Terakkiciler, II. Abdülhamid’in özel mal varlığını yani Hazine-i Hassa’yı 1909 yılında Ticaret ve Nafia (Bayındırlık) Nezareti’ne devrettiler.
Büyük savaş yaklaşırken Osmanlı Devleti’nin elinde kalan petrolden zengin geniş topraklarını bir ittifaka dahil olmadan tek başına koruması mümkün görünmüyordu. İttihatçıların Osmanlı hükümetleri, daha güçlü gördükleri için İngiltere, Fransa ve Rusya’nın yanında yer almayı tercih ediyorlardı. Daha 1911 yılının sonlarında Ticaret Nazırı Cavit Bey, İngiltere’ye bir mektup yazarak müttefik olmayı teklif etti ancak İngiliz Dışişleri Bakanlığı bu teklifi kabul etmedi.
PAYLAŞMA SAVAŞI

İlk açılan petrol kuyusu

1914 yılına gelindiğinde İngiltere’nin güçlü Mısır Komisyonu Şefi ve Mısır-Hindistan ordularının komutanı Lord Kitchener artık çıkacak büyük savaştan sonra ülkesinin petrolden zengin Orta Doğu’da elde edeceği kazanımların planlarını yapmaktaydı. Nitekim savaş çıktıktan birkaç gün sonra da Savaş Bakanı oldu. Artık zayıf Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması ve topraklarının bölüşülmesi için zaman gelmişti.
Osmanlı’da ise durum vahimdi. Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın yedi yıldır süren büyük isyanını sona erdirebilmek için İngiltere ile 1838 yılında imzalanan Baltalimanı Ticaret Antlaşması’ndan sonra, ülkenin ekonomisi adeta tamamen İngilizlerin eline geçmişti. Haksız rekabet nedeniyle hiçbir sanayi hamlesi yapamayan ülkede, artık yönetimi elinde bulunduran İttihatçılar, ekonominin Türklere ait olması gerektiğini düşünüyorlardı. Ancak İttihatçılar, yabancıların da dediği gibi “Artık milliyeti kalmamış bir ülkenin milliyetçi liderleriydiler.” 1789 yılındaki Fransız İhtilali’nden sonra Avrupa’ya hakim olmuş olan milliyetçilik-ulus kavramı ve devlet yapısı Osmanlıya girememişti. Ulus yerine dini kimlik ön plandaydı; değişik dinlerden otonom insan toplulukları ve oligarşik bir merkezi idare vardı.
SON ÇABALAR
Son bir çaba olarak 1914 yılının Mayıs ve Temmuz aylarında önce Bahriye Nazırı Cemal Paşa Fransa’ya, sonra da Dahiliye Nazırı Talat Paşa Rusya’ya müttefik olma teklifinde bulundular. Ancak bu teklifler de kabul edilmedi. Karşı taraftaki Almanya’nın ise yanında güçlü Avusturya-Macaristan Habsburg İmparatorluğu ve daha sonra fikir değiştirerek karşı tarafa geçecek olan İtalya vardı. Almanlar bir süredir yakın ilişki içinde oldukları Osmanlılar ile ittifak yapmak istiyordu. Osmanlıların da başka seçeneği kalmamıştı.
1914 yılında Osmanlı-İngiltere ilişkileri iyice gerildi. Osmanlılar birkaç yıl önce İngiltere’ye zamanın en ileri teknolojisi ve silahlarıyla donanımlı iki savaş gemisi sipariş etmiş ve gemilerin maliyeti de güç durumda olan devlet tarafından ve büyük ölçüde de halkın bağışlarıyla karşılanmıştı. İsimleri bile hazırdı; Reşadiye ve Sultan Birinci Osman.
Ancak İngiltere Donanma Bakanı Winston Churchill, 27 Temmuz’da bu iki güçlü geminin Osmanlılara verilmeyip, kendi donanmalarına katılmasını hükümetine önerdi. İngiliz hükümeti de Başbakan Herbert Asquith başkanlığında bu öneriyi kabul etti. Ertesi gün de yani 28 Temmuz 1914’de Avusturya Veliahtı Arşidük Franz Ferdinand Saraybosna’da, Gavrilo Princip adlı bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürüldü. Birinci Dünya Savaşı olarak anılacak ve sonu Osmanlılar için bütün Orta Doğu topraklarını kaybetmek ve Sevr Antlaşması’yla anayurdu Anadolu’da da parçalanmak olacak olan büyük savaş başladı...