‘Otlar davara’ benzemenin utancı kime ait acaba?

Sekiz yüz sene önce yaşamış olan bir Türk aydınından, bugün bize ne fayda olabilir? Bize günümüzle ilgili ne öğütler verebilir? Sekiz yüz yıldır, zamanın o şaşmaz filtresinden geçmiş olan o düşünceleri, bu giderek karmaşıklaşan alemde, ne işimize yarayabilir ki?

Aslında toplumun her köşesine ve katmanına iyice girmiş olan “ortalamacılık-vasatizm” virüsü nedeni ile, herkesin birer “alim” edasıyla ortalıkta dolaştığı, herkesin her şeyi “bildiği” bu zamanlarda, kimseciklerin sekiz yüz sene öncesinden öğüt almak niyeti bile olabilir mi zaten?

Yine de gelin bugün birazcık da olsa kulak verelim Yunus Emre atamıza. Yok, öyle derin ve anlaşılmaz “postmodern” ya da “yaratıcı yıkıcılık” gibi felsefelerden bahsetmiyoruz. Yunus atamız, bizim kendi evlerimizde konuştuğumuzdan bile daha yalın bir şekilde bizlere seslenecek. Kulak verene, belki de hayat değiştirecek öğütleri var, bu sekiz yüz senelik dizelerinde.

BİR TEZ PAZAR YERİ OLARAK BU ALEM

“Bu dünyanın meseli, bir ulu şara (şehire) benzer.

Veli bizim ömrümüz, bir tez bazara benzer.”

Bu dünya, varoluş başladığından beri, gerçekten de ulu ve parlak neon ışıklarla süslü bir yer gibi geldi insanoğluna. Ve bu parlaklık içinde, hemen her biri sonsuz bir ihtiras ile neon ışıklara taptı kaldı. Bu neonlar bazan para oldu, bazan mevki oldu, bazan da bir garip kadın-erkek hikayesi oldu. Ama ne yapıldıysa herkes bir gün “eyvallah” deyip bu alemi terk etti. Ömür dediğin ise, haftada bir kurulan semt pazarları gibi oldu. Büyük bir gürültü ile açılan, sonra da büyük bir hengâme içinde kapanan, ardından da yığma bir pislik bırakan bir pazar yeri gibi.

Bu dünya denilen ulu şehirde, hayaller kurmanın bir sınırı olmadığını da fısıldar kulaklarımıza Yunus:

“Bu şarda hayallerin haddi ve benzeri yok,

Bu hayale aldanan, otlar davara benzer.”

KEÇİLEŞMİŞ HAYATLARA BİR YUNUS UYARISI

Ve bu hayallerin ortasında, oradan buraya koşup kaybolanları da “otlar davar”a benzetir şair atamız. Çünkü insanoğlunun bir keçi misali, hayaller peşinde ömür tüketmesini doğru bulmaz Yunus.

Bir yel esmiş gibi çabucak gelip geçiveren bu ömürde, neon ışıkların sunduğu hayallerde boğulmak, insanoğlunun kendi yaşamına karşı yapacağı en büyük kötülük olacaktır. Bu tür hayallerin peşinde koşup giderken kaybolan hayatlar, her şehrin ve her köyün kenar mahallelerindeki mezarlıkları süslemektedir.

Bir bakıma, yaşanmamış hayallerle karışık, yok olma treninin hızıyla tükenmiş yaşamlardır bunlar. Kendi çevremizde her gün şahit olduğumuz, her otobüs durağında sıraya dizilmiş, her alışveriş merkezinin şatafatlı koridorlarını dolduran kırık hayatlardır bunlar. Yunus da, tüm ömrü boyunca, bu insanları kendi zamanından bu yana dürtüp durmaktadır.

‘FARKINDALIK’ ÖNCE KENDİNİ BİLMEKTİR

Can, bu gövdeye konuktur. Çok uzun da olmayan bir ömür sonunda, kafesinden bir umutla kaçan bir kuş gibi, uçup gidecektir. Çünkü, miskin ademoğlunu bir ekin tarlasına benzetir Yunus ata. Sanki yere tohum saçmış gibi, kimi bitip yeşerecektir, kimi de yitip gidecektir.   Ama ille de yiğit iken, daha gepgenç iken gidenlere yanar durur Yunus. Çünkü onlar daha yeşil birer başak iken, biçilmişlerdir.

Keyifli ve tatminkar bir hayatın anahtarı ise, insanoğlunun “farkında” olmasıdır. Böylece insanoğlu etrafında olup bitenleri görür, anlar ve katkıda bulunur mevcut yaratılmış güzelliklere. Çünkü, ölümsüzlüğün iksirini içen sadece iki kişi vardır bu fani cihanda. Onlar da Hızır ile İlyas’tır. Geri kalanımız mutlaka ölümü tadacaktır. Bunun adına “hakka yürümek”, “aslına dönmek” ya da “bu fiziki bedeni terketmek” de desek, bu vardır, olacaktır ve mutlaktır. Onun için de, menzili belli olan bu ömür yolculuğunda, Yunus’un benzettiği “otlar davar” olmak yerine, onun “erenler” adını verdiği ve haklarında birçok unutulmaz şiirler söylediği, “vasatlık”tan uzak kamil insan olmanın yolunu bulmak gerekir. En azından, bir hayal kurulacaksa böyle bir güzellik hayalimiz olmalıdır.