Oyun ya da savaş olarak siyaset

Siyaset bilimciler arasında siyasetin bir oyuna mı yoksa savaşa mı benzediği konusunda farklı yaklaşımlar var. Birinci yaklaşım Amerikan yapısal-işlevselci sosyal bilim ekolü tarafından temsil ediliyor. İkincisi en tipik temsilcisini Alman hukukçu Carl Schmitt’te buluyor. Siyaset bir oyun gibi olduğunda, iktidar-muhalefet rekabeti neredeyse sıfır toplamlıdır. Seçimi kazananlar kendilerine özgü çözümleri hayata geçirirler ancak bunlar kurulu düzende ve sınıfsal güçler dengesinde hiçbir yapısal değişiklik yaratmaz. Veya yapılan işler bir sonraki hükümet tarafından değiştirilebilir. Seçimi kaybeden rakiplerin siyasal iddiaları sürer ve bir sonraki seçimi kazanmayı umut etmeyi sürdürebilirler. Ancak siyaset bir savaş ise kazanan her şeyi alır. Kaybedenleri siyaset sahnesinden silmek, onları siyasal bir iddia ortaya koyamaz hale getirmek için devlet gücünü bile kullanmaya başlar.

Ancak bu yaklaşımların ikisi de kendi başlarına siyasetin doğasını nihai olarak tanımlamaz. Duverger’nin benzetmesine başvuracak olursak siyaset kurumu Roma tanrısı Janus gibi iki-yüzlüdür. Aynı anda hem kurulu düzeni (establishment) hem de çatışmayı içerir.  Durumsal olarak oyun ya da savaş durumu siyasal gerçeğin farklı yüzlerini yansıtır.

Eğer bir siyasal sistemin belirleyici güçleri, anayasanın üzerine inşa edileceği ideolojik değerler, o değerlerden hareketle inşa edilecek siyasal kurumlar ve kurallar konusunda oydaşmaya varmışlarsa, orada artık siyaset oyuna, siyasal eylem rekabete dönüşebilir. Amerikalı siyaset bilimciler, ister Demokratlar ister Cumhuriyetçiler iktidara gelsin, Amerikan hâkim sınıfının durumunda hiçbir değişiklik ihtimalinin olmadığı, rakipler arasındaki çelişkilerin ikincil konulara ilişkin olduğu kurumsallaşmış bir kapitalizm koşullarında liberal demokrasinin teorisini yapmışlardı.

Kurumsallaşmış siyasal sistemlerde, düzeni bambaşka ideolojik kabuller üzerinde yeniden kurmayı öneren savaş olarak algılamayı sürdüren güçler her zaman olacaktır. Marx, siyaset sınıflı toplumlarda her rejimin aynı anda hem demokrat hem diktatör yüzünün olduğuna işaret etmişti. Bir demokraside kimin “demos” olarak tanımlanacağına bağlı olarak, burjuva demokrasisinden/diktatörlüğünden mi yoksa proletarya demokrasisinden/diktatörlüğünden mi bahsettiğiniz ortaya çıkar. Bir sınıf için demokrasi olan, diğeri için diktatörlük olabilir. Bu düşman sınıfların siyasal temsilcileri kurulu düzen toplumun rızasını almayı ve bu sayede kendi değerlerini siyasetin merkezi haline getirmeyi sürdürdüğü müddetçe siyasal sistemin kenarlarında (marj) tutulabilirler.

İşte bu nedenle siyasetin savaş halini alması, kurulu düzenin meşruiyet temelinin sarsılması ve kitlelerin rızasını almayı başaramaması sonucu, yeni bir düzen önerenlerin merkeze doğru genişlemesiyle oluyor. Ancak bu her zaman devrimci seçeneklerin gündeme gelmesi demek değildir. 1920’li yıllarda siyasetin özünde düşmanın yok edilmesi yani siyasi iddia ileri süremeyecek hale getirilmesi olduğunu söyleyen Scmitt, faşizmin teorisyenlerindendi. Nazi partisinin pratiği düşmanların en sonunda fiziksel olarak yok edilmesine vardı. 

Eğer toplumun önüne yeni bir üretim tarzı veya yeni bir toplumsal örgütlenme modeli, yeni değerler sistemi ve toplamda bu zemin üzerine inşa edilmiş yeni bir siyasal kuruluş koyan güçler marjlardan merkeze doğru yaklaşmaya başlamışsa, siyasal faaliyet savaş görüntüsü kazanmaya başlıyor. Ne Ortaçağ tarım toplumu ilişkilerini ve monarşiyi tasfiye etmek isteyen liberal burjuvazi ne de ona eski rejimi muhafaza etmek isteyen aristokrasi siyaseti bir oyun olarak görebilirdi. Liberallerle muhafazakârlar arasında siyasal mücadele Fransız Devrimi’nden başlayarak 19. yüzyılın ortalarına kadar devrimler ve karşı devrimler halinde bir ölüm kalım savaşı gibi yaşandı. Ta ki ortak düşman işçi sınıfının siyaset sahnesine örgütlü bir güç olarak çıkmasıyla durum değişinceye kadar… Siyaset, devrim yerleşip kurumsallaşıncaya, siyasetin devrim sonrası güçleri devrimin getirdiği ideolojik ön kabuller ve değerler sistemi üzerinde oydaşıncaya kadar siyaset savaş; sonrasında ise rekabete dayalı oyun olarak örgütlenir.

Bütün bunların Türkiye’yi ve Türk siyasetini çözümlemekte ne faydası var diye sorulabilir. Şimdi iş, elimizdeki teorik çerçevenin pratiğe uygulanması ve çalışıp çalışmadığının anlaşılmasıdır. Biz devrimin neresindeyiz? Bunu da başka bir yazıya bırakalım.