Özgürlük dişidir biliyor musun Muzaffer Akyol? -(TAMAMI)
Resim’in, çerçeveli tablonun öykülü olanını, öyküsü olanını sevdiğimi daha önce bir yerde yazmıştım. Öyküsü olunca, tarihi, yeri ve zamanı da var demektir. Tıpkı bir edebiyat yapıtı gibi.
Bizim okulda Göbek Emmi adında bir Türkçe öğretmenimiz vardı, “Olmuş ya da olması mümkün olayları yer, zaman ve hars (kültür) alanı göstererek yazmaya roman denir” derdi.
En babayiğit edebiyatbilimciler bile romanı böyle tanımlayamamıştır.
Şimdi, resim eleştirmenleri, sanat tarihçileri, benim bilmişlik tasladığımı ileri sürecekler, ben aslında bilmemişlik taslıyorum, arkadaş!
Senin bu sergideki resimlerine baktım, aklıma Eugène Delacroix’ın Halka Yol Gösteren Özgürlük (La liberté gidant le peuple) tablosu ile Pablo Picasso’nun Guernica’sı geldi. Rönesans ressamlarının dinsel konulu resimlerini saymıyorum. Çünkü onlar, senin gibi öykü kurmuyorlar, bilinen öyküyü tekrarlıyorlar. Sen tıpkı Delacroix ve Picasso gibi öyküyü bir yapı ustası gibi kuruyorsun. Kurgu (fiction) yapıyorsun!
Devrim de özgürlük gibidir Muzaffer! Bu yüzden faşistler devrimden ve özgürlükten korkarlar. Dişidir diye... “Hamilelerin sokağa çıkması terbiyesizliktir” diyen müstehcen adamı düşün. Mehmet Aksoy’un heykelini peynir gibi dilim dilim kestiren adamın kafası da bu kafa. Heykelden, devrimden ve özgürlükten işte bu nedenle korktu. Korkarlar!
Tartışma istemem: Gezinin Nar Yüreği ile Nar Ana Bereket Ana tablolarını bu nedenle yaptın sen. “Çarşıdan aldım bir tane, eve götürdüm bin tane!”
Nar dişilik simgesidir, devrimcidir, özgürlükçüdür ve bizzat özgürlüktür!
Siyaseti bırakıp “resim sanatının gizlerine dönelim” diyeceğim ama sen çıkışacaksın bana, “Ben boşuna mı resim yapıyorum arkadaş?” diyeceksin. Resim yapmanın siyaset yapmanın taa kendisi olduğunu söyleyeceksin. “1968 kuşağındanım. Bu güne dek ülkemin büyük acılarına resimlerimle tanıklık ettim. 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü yaşadım. Ne Körfez Savaşı’na ne de Irak’ın işgaline yabancı kaldım. 1980 faşizmini çığlık resimlerimle betimledim. Boğaz’dan kan akıyordu, irin akıyordu. İrkildim, uyandım ve bir daha uyumadım, her şeyi tuvale geçirdim” diyeceksin. Dersin!
O halde iyi uykusuzluklar arkadaşım! Ey tutanakların ressamı!
Bu durumda, “Muzaffer Akyol’un yarattığı görsel dünyada birbirini iten kara deliklerin yarattığı bitimsiz anaforun izini sürerken uzlaşmaz izlekler bulmak...” diye “eleştirmence” bir şey yazacak olsam, beni mutlaka düelloya davet edersin.
***
Delacroix, 1830 İhtilali’nde, memeleri üryan, elinde bayrak, ölülerin üst üste yığıldığı barikatın üzerine yalınayak yürüyen “Marianne”ın resmini yapmıştı. Biliyorsun, “Marianne”, Fransa demektir. “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik”i temsil eder.
Picasso, 1937’de, iç savaş sırasında, faşistleri destekleyen Alman uçaklarının yerle bir ettiği Guernica kentinin destansı resmini yapmıştı. Biliyorsun, II. Dünya Savaşı’nda Nazi işgali altındaki Paris’te yaşayan ressam gestapo tarafından sorgulanmıştı. Evine arama yapmaya gelen Nazi subayı, Guernica’nın fotoğrafını görünce, “Bunu siz mi yaptınız?” diye sorunca, Picasso “Hayır, siz yaptınız!” diye cevap vermiş.
Ey okur, dur, öfkelenme; Muzaffer’in resmini anlatıyorum. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır.
Muzaffer’in resimlerine bakıyorum; Yaşasın Cumhuriyet adlı kitabımın kapağına konuk olan Delacroix’ın Özgürlük’ünün yanına koyacak bir resim arıyorum.
Gezi’nin 31 Mayıs Tanığı var. Gözleri, biber gazı fişeğinin alnına çarpmasından bir saniye önceki “an”da, ağzında bir kurşun deliği.
Bu sahneyi gören iki göz var: Gezi’nin Ortak Aklının Ortak Gözleri. Bunca birey, bunca bağımsız insanın bir ortak akla ve ortak gözlere sahip olması... Bu nasıl iş?
Bu, daha bir başlangıç!
Geziye Açılan Kapı, benzetmek gibi olmasın, Muzaffer’in Guernica’sı! Gezi’nin öyküsü gelecekte Guernica’nın öyküsüne dönüşmesin diye, “Benzetmek gibi olmasın!” diyorum. Çünkü, hiçbir sanatsal başyapıt, bir damla insan kanı, bir damla gözyaşının bedelini ödeyemez. Muzaffer zaten biliyor bunu.
Gezi’ye açılan kapının arkasında ilkelliğin yarattığı bir cehennem var. Şimdi o kapı kapalı. Bir gün açılacak ve imece ile, komün ruhu ile, bu cehennem cennete dönüştürülecek. Ve Muzaffer, bu dönüşümden önce, onun resmini yapacak. Devrimden sonra bir resim daha yapacak. Bir de bakacağız ki ikisi de aynı resim.
Biri siyahlı, biri kırmızılı iki kadın! İki kadın, tek özgürlük!
Ey resme bakan akıllı gözler, öykü tuvalin arkasındadır. Arkaya geç ve yazılmakta olan tarihin eksik yerlerini tamamla!
***
Ey Ressam! Gezi hurucunu ben de zihnimde yaşadım. Bir şeyler çiziktirdim ben de... Ben de kendi Özgürlük’ümü, kendi Guernica’mı aradım, arıyorum:
“Yaşanmamış hayat! O da yaşanmıştır!
Yaşamadıysan, gövdendeki bu yara izleri de ne?
Gözündeki metal parçaları?
İnsanın bir hayatı olsun da yaşamasın olur mu? Yaşatırlar!”
***
“Özgürlüğün rengi var, kırmızı; özgürlük bir kırmızılı kadın; kadındır özgürlük; tomanın önünde bir kadın, önünde değil karşısında, karşı karşıya, siyahlı;
siyah ilk kez yasın simgesi değil, utkunun rengi, kara özgürlük!”
***
İlham kaynağı kim ve ne? Gezi Parkı dünyası mı, yoksa senin resimlerin mi?
Özgürlüğün dişi olduğunu, onun bir nar ağacı olduğunu biliyorsun Muzaffer!
NOTA BENE:
1. Okuduğunuz metin Muzaffer Akyol’un sergisinin kataloğuna sunu yazısı olsun diye yazıldı. Ama ben yazıyı sizinle de paylaşmak istedim. Bu vesile ile bir haber vereyim: Muzaffer’in resimlerinden biri, yakında, Kaynak Yayınları tarafından yayımlanacak olan “Cehaletin Rönesansı” adlı kitabıma kapak oldu.
2. “Gezi Parkı” temalı sergi, Casa Dell’Arte Galerisi’nde, 17 Ağustos-14 Ekim arasında açık. (İnönü Caddesi No: 66, Torba-Bodrum. 0252 367 18 48).