Özkul’u uğurlarken


Münir Özkul öldü. Turşucu Kâzım, Yaşar Usta, Kel Mahmut ölmedi. Rıfat Ilgaz öldü, yaşıyor Güdük Necmi. Arthur Conan Doyle öldü, Sherlock Holmes’un hikâyedeki evi, 221B Baker Street’e halen “eşim beni aldatıyor, yardım edin Mr Holmes” diye mektuplar geliyor. Tolstoy mu gerçek, Anna mı? Pir Sultan öldüyse de “Yemen’den öte bir yerde / Düldül hâlâ savaşta...” Özkul öldü fakat... Bıyıkların arasında boy vermiş gülüş öldü. Fikret Hakan da öyle güler Arkadaşım’da. İmbikli Duvar diye şiir kitabı var Hakan’ın, öldü, şiirleri duruyor ama. Aslında ölen ne acaba? Bir zaman okuldan kaçtıklarımız ölmüş olabilir, kabareler ölmüştür Beyoğlu’nda. Narmanlı Han’ı gördüm geçen sabah, dış cephe turuncusu tam Narmanlı Han ruhu (!), tebrik ederim yapanı; böylece Bedri Rahmi’nin atölyesi, Tanpınar’ın odası öldü. Ama Bedri Bey’in yazıp çizdikleri, Tanpınar’ın Huzur’u duruyor hâlâ...

Bunca güzel insanın ölümüne üzülsen de asıl üzüldüğün şey hayatımızdır biliyorsun değil mi? Hayatımız derken, Türkiyemizde birlikte yaşadığımız hayattan söz ediyorum. Acil servislerde veya okullarda, AVM’lerde veya nicedir müşterisi kalmasa da inatçı, yaşlı ve kavanoz dibi gözlüklü amcaların emekli olduktan sonra son sermayeleriyle açtığı mahalle bakkallarında; maden ocaklarında veya limanlarda, gecekondularda veya rezidanslarda yaşanan, ortak hayatımızdan söz ediyorum: Biz’den. Özkul ile birlikte hayatımızı biz eyleyen cevherden az daha eksildi. Çünkü bazıları herkesindir. Orhan Veli ölünce herkes yürümüştü tabutunun ardından, Orhan Kemal ölünce de. Manço’da da öyleydi... Neden peki? Bazı insanlar ne yapıyor da böyle oluyor, neyin ışıltısı o?

İşte bugünkü sağır boşluğun sebebi, o kaybolan ışıltı. Haldun Taner’in hikâyeleri onca derinliğine karşın fırıncı çırakları tarafından anlaşılabilir; Memduh Şevket’in keza. Ömer Seyfettin’i herkes okuyabilir; bakmayın siz Seyfettin’e faşist dediklerine, diyenlere bakın önce. Hem Türkiye’nin eski kültür ikliminde herkese ara sıra faşist denebilirdi, bir ara yazayım. Necip Fazıl veya Nâzım fark etmez, ikisinin de işyerinde yediğin yemeği yapan aşçıya söyleyecek sözü vardır. Memleketimden İnsan Manzaraları’nı hatırla. Bu müthiş destanın içinden geçen trenin lüks lokantasında iki beyefendi konuşmaktadır. Arka yanda aşçı, restoran şefi ve garson bir şeyler okur. Karagöz mü acaba diye sorar beylerden biri. Diğeri neden Ahmet Haşim olmasın ki der, beriki küçümser, anlamaz onlar Haşim’i demeye getirir. Nâzım alır sözü sonra: “Haklısınız, Bay Şekip Aytuna, / aşcıbaşıya anlatacak / açık / korkunç / cesur / haklı ve umutlu bir tek sözü yoktur Ahmet Hasim’in.” Çünkü Nâzım hesaplaşır.

Bu arada Nâzım’ın sözü de olsa kıyıcı olmamalı hayata ve sanata bakarken, aynı zamanda Çanakkale gazisi de olan Haşim’i yok saymak, okumamak gerektiği anlamına gelmez destanın bu bölümü. Edebiyat, takım tutar gibi sevilmez... Şu sağcıdır, onu okumam; bu da solcu, o zaman bu iyi yazardır diye olmaz o işler. Olmadığını gördük. Sağcılık ya da solculuk, kültürel düşünsel üretim olan üstyapı kurumlarına değil, altyapıya aittir. Solculuk, sağcılık, altyapıda, ekonomik meselede belirlenir.

Özkul’a döneyim; Yaşar Usta da destandan geçen trende yolculuk ettiğinden açıktır, bizimdir. Toplum, anlayabildiğini, herkesin kılar, o kişiyle sevinip onunla üzülür. Hep birlikte O Ses Türkiye izlemek, biz olmaya yetmez, o ses çünkü, çok cılız çıkar; “açık, korkunç, cesur, haklı ve umutlu” tek sözü yoktur o sesin.

Biz olamayınca dağılır toplum. Değerler sistemi çöker. Bunca din kültürü ahlak bilgisi görmüş insanlardan neden bu kadar ahlaksız çıkar sanıyorsun? Biz dağılınca, bizi biz yapanlar da ancak öldüğünde değer görür. İnsanımız son yirmi yıldır eskisi gibi değil. “Biz ne zaman bu kadar kötü olduk” sorusu, orada burada “tepeden inme cumhuriyet” diye konuşanların ağzında bu yüzden boş sorudur. Aydın değil, günaydın denir onlara. Sen müdahale etmediğin için de bu kadar kötü olmuşuzdur çünkü. Sen orada olmadığın için olmuştur biraz da bunlar. Fakat sen sosyal medya çıkmasaydı anlamayacaktın bile neyin ne zaman, nerede kırıldığını, tespihin neden koptuğunu, çorabın nereden kaçtığını. Ama sen o sıralarda halen köylülere mandolin çaldırarak olmaz bu işler diye sözde laf çakıyordun; dedikodu, kahve, bira iyiydi. Problemleri soyutta çözüyor, gerçeğin sınavında “sınıf”ta kalıyordun.

Özkul gitti. Tanımadık onu hiç. En her şeyi bilen arkadaşlarım bile Yaşar Usta’dan başka bir şey paylaşamadı ardından. Sersem Kocanın Kurnaz Karısı’ndaki Tomas Fasulyaciyan’ın kapanış tiradından kimsenin haberi yoktu.
Tanıdık mı Özkul’u ne dersin! Ne acılar çektiğini, Şensoy’un Gündeste’sine bak bir ara, göreceksin. Tanıdık mı Münir Beyi? Mesela Özkul’un eski eşi Suna Selen, Fatma Aliye Hanım’ın torunudur. Fatma Aliye, 50 Türk lirasının üzerindeki kadın diye tanınsa da ilk kadın romancımız olarak bilinir. Gerçi o da yanlıştır, ilk kadın yazarımız Zafer Hanım olmalı, 1877’de Aşk-ı Vatan diye roman yazmıştır. Yalnız bu “kadın yazarlık”, çok satan aylık dergilerde çocuk pornosu yazan kadın yazarlık değildir. Benim bildiğim en “kadın yazar” Leylâ Erbil’dir ama hayatı boyunca kendisine “yazar” demiş, yazarlığın önüne - ardına sıfat kabul edecek kadar basite kaçmamıştır. Gelgelelim öyle savaş açmıştır ki erkek edebiyata, şaşarsın. Biz İki Sosyalist Eleştirmen adlı hikâyesi tümden hesaplaşmadır! Tuhaf Bir Kadın’da da erkek şairlerin cinsiyet ayrımcılığına veriştirir...
Geçen hafta kırmızı kalemleri hazırla demiştik, kalem hep kırmızı değil, bazen de kurşundur!