‘Özlemin eski tadı yok…’
Zaman zaman özellikle de yerel yönetimlerin katkı ve önceliğinde, yazlık ya da diğer adıyla bahçe sinemaları nostaljisine dönüş yapar gibi oluyoruz. Her açıdan kuşatılmış bir sıkıntılı dönemden geçerken geçmişe duyulan kimi özlemleri anımsayarak onlara sarılmak ya da daha iyimser bir yaklaşımla onlara sığınmak fena olmuyor, bazen ilaç gibi geliyor insana…
Teknolojinin bizlere sunduğu onca oyuncakla geleceğe doğru yelken açmışlığın o tanımlanmaz alışkanlığı içinde kaybolup giderken, yaşanıp da tüketilmiş kimi değerlerin peşine takılmak da neyin nesi diyenler çıkabilir. Haksız da sayılmazlar. Sonuçta herkesin tercihi; “yaşanmışlıklarla”, “yaşanacaklar” arasındaki bir yerlerde bir şeyleri bulmak değil mi?
Esas sorun, geçmişe duyulan özlemi, onun öznesini günümüze uygulayarak yaşatabilmenin mümkün olup olmamasıyla ilişkili. Tıpkı yazlık sinemalar gibi.
Yazlık sinemaları günümüze taşıma isteği güzel bir fikir. Ama o fikrin günümüze uygulanması da o denli olanaksız. Çünkü yazlık sinemalar yalnızca açık havada, tahta sandalyeler üzerine oturarak leblebi çekirdek yiyip gazoz içmek eylemleri değil, onların da ötesinde bir şey. Film izlemek eski yazlık sinemaların yalnızca görünen kısmı, önemli olan sunulan filmleri izlemekten daha çok “orada olma” durumu, görünür olmakla, görebilme duygusudur.
Gidişi de, izlenişi de dönüşü de, kısacası her biri de ritüel olan yazlık sinemaları dönemin tüm ögelerinden soyutlayarak yalnızca bir perde, bir makine bir kaç plastik sandalye ile günümüze taşır ya da taşımak gibi yaparsanız, bir şeyleri atlamış, ıskalamış gibi olursunuz.
Çelik Gülersoy, eski güzelliklerden genç kuşakların tat almasına ilişkin yazdığı bir yazıda bu işin çok zor bir mesele olduğunu altını çizip “Tavan arasındaki sandıktan çıkan demode tuvalet, evin genç kızına değil, gene en çok, büyükannenin üstüne iyi gidecek galiba…” diyerek ilginç bir benzetme yapar.
Mizahımızın usta ismi Tekin Aral da, günümüze adapte edilen bir yazlık sinemaya gittiğinde düş kırıklığına uğrar: “Geçenlerde bir gece Açıkhava Sineması'na gittim... Aslında bunun gerçek adı, Bahçe Sineması'dır ama, müteahhit taifesi sağ olsunlar memlekette değil sinema yapacak, yarım demet maydanoz ekecek bahçe komadıklarından, Bahçe Sinemaları'nın yerini, kulüp, otel, motel, lokanta, bar gibi yerlerde açılan Açıkhava Sinemaları aldı... Ayrıca bunların sayıları da kısıtlı ve de buralardan daha çok gelir düzeyi yüksek kişiler yararlanıyor... Yani bunlar ufak tertip sosyetik sinemalar... Benim öğrendiklerim İstanbul’un birçok yerinde bunlardan varmış. Söylendiğine göre, sosyeteyle halkı kaynaştırmak için bir tane de ….açılmış ama, çevre halkı oraya ancak, içerde öteberi satıcılığı, yer göstericilik falan gibi bir iş bulursa ya da duvardan atlayarak girebiliyormuş...
Tabii durum tam böyle mi bilmiyorum... Ben de anlatanların yalancısıyım...
Sonuç olarak, o gece gittiğim Açıkhava Sineması'ndan hiçbir şey anlamadım... Zaten filmi de adam gibi seyredemedim...” der…
O günleri yaşamışların, günümüze uyarlanan açık hava sinemalarından bir keyif alması da beklenemez zaten… Fakat onların bu tür sinemalara olan isyanı, yalnızca oturdukları plastik koltuk ya da şezlonglardan, bir hayli yüksek bir ücret ödemek zorunda kaldıkları yeme içmeden değil de yazlık sinemaların tahta sandalyelerinde tanıdıklarına rastlamamalarındandır…
Haksız da sayılmazlar: Ailecek, mahallecek, çoluk çocuk, dede torun, üç kuşağın birden gidip, yoksul ya da varlıklının aynı ücreti ödeyerek yan yayana, sınıfsız, statüsüz, mevkisiz tahta sandalyeler üzerinde eşit bir konumda film izleyecekleri bir mekanı ister kapalı, ister açık olsun günümüzde nereden bulabileceklerdir?…
Bazen “Özlemin eski tadı” hiç, ama hiç olmuyor…