Paranın iktidarı ve sanat

13 yıl önce, 30 Ağustos 2010’da 67 yaşındayken ölen Fransız yönetmen Alain Corneau’nun imzasını taşıyan “Dünyanın Tüm Sabahları” (1991) filmi, Pascal Quignard’ın ülkemizde Can Yayınları’nca yayımlanan incecik romanından uyarlanmıştır. Sanata, sanatçıya ve sanat-iktidar ilişkisine dair müthiş sarsıcı bir öyküyü anlatan film, 17. yüzyıl Fransa’sında, karısının ölümünden sonra çiftliğindeki küçük kulübede inzivaya çekilen ünlü besteci ve viyola sanatçısı Sainte-Colombe (Jean Pierre Marielle) ile iki kızının öyküleri etrafında gelişir. Açılış sahnesinde, Marin Marais adlı yorgun ve bezgin saray müzisyenini (Gerard Depardieu) sarayda öğrencilerine ders verirken görürüz. Kamera kendisine yaklaşırken, yüzü bol pudralı adam: “Bir ustam vardı...” diyerek anlatmaya başlar.

Sainte-Colombe (Jean Pierre Marielle), sanat konusunda sarsılmaz ilkeleri olan, saray müzisyenliği yapmaya asla yanaşmayan ve her teklifi elinin tersiyle iten, “Sizin saraylarınız benim müziğime yakışmaz” diyen, kızlarını da bu ilkeler doğrultusunda yetiştiren bir dehadır. Müzikte, şan şöhret ya da para değil, yaşamın ve sanatın özünü aramaktadır. Ölen karısına duyduğu ölümsüz aşkın yansıması, karısının hayaliyle kurduğu benzersiz bağın ifadesidir müzik. Bir gün kapısına dayanan genç müzisyen Marin Marais (Guillaume Depardieu), Sainte-Colombe’dan kendisine ders vermesini ister.


“Dünyanın Tüm Sabahları”, ne için yaşadığımız veya çalıştığımızı, sanatı neden ve kim için yaptığımızı açık ve etkili şekilde sorguluyor.

Yaşlı usta önce reddeder, fakat delikanlı ısrarlıdır. Sonunda hocalık yapmayı kabul ettiğinde yeni öğrencisine tek şart koşar Sainte-Colombe: “Müziğini asla satmayacaksın, asla sarayda çalmayacaksın.”

Filmin açılışında Marin Marais’nin pişmanlıkla hatırladığı süreç budur. Genç adam, ustasından ders alacak, kendisini geliştirecek, güzel kızlarından birine âşık olacak ama bir süre sonra Sainte-Colombe ve ailesine ihanet edip büyük acılar yaşatacaktır. “Saray müzisyeni” olmuş; paraya, pula, şöhrete ulaşmış ama ahlaken yozlaşmış, düşkünleşmiştir.

Her şeyden önce yaşamın anlamı üzerine bir filmdir “Dünyanın Tüm Sabahları”. “İnsan ne için yaşar?” sorusuna, Sainte-Colombe karakteri üzerinden çok sağlam yanıtlar verilir. Sanatın anlamı, iktidarla ilişkisi ve kimler için yapıldığı konusunda da alabildiğine derin bir tartışma yürütülür. Quignard’ın romanı ve Corneau’nun filmi, sanatın saraylardan uzak durması, sanatçının kendisini sarayla ve sarayın himmetleriyle kirletmemesi gerektiği konusunda manifesto niteliğindedir.

BEETHOVEN’IN SANAT EMANETÇİSİ

Sanatın kaynağı, iktidarın niteliği ve sanat-iktidar ilişkisi yüzyılların sorunu. İktidarın ideolojik araçlarının feodalizmde, kapitalizmde ve sosyalizmde farklı koşullarda devreye girmesi ve farklı anlamlar taşıması, örneğin Gramsci’nin kültür-iktidar ilişkisinde dikkat çektiği karmaşık boyutların varlığı, öte yandan zorun, baskının ya da ikna yönteminin uygulanmasıyla hegemonyanın çeşitli görünümlere bürünmesi sorunu çetrefilleştiriyor. Andre Gide’nin “sanat baskıdan doğar” yaklaşımı ile Gramsci’nin, egemen sınıfın herhangi bir baskı aracına başvurmaksızın üretilen düşünce tarzlarını dayattığı tezi arasında çok geniş bir alan yer alıyor. Bu geniş alanda Beethoven gibi bir sanatçının bir zamanlar şu sözleri etmiş olmasının, “paranın iktidarı” açısından anlamı büyük:

“Yeryüzünde büyük bir sanat emanetçisi olmalıdır. Sanatçı eserlerini buraya vermeli ve karşılığında kendisi için gerekli şeyleri almalıdır. Ama günümüz koşullarında sanatçı yarı tüccar olmak zorundadır. Buna yürek dayanır mı?”


Sanat ve kültürde çölleşmeyi, yapılan eserlerde görebilmek mümkün olmuştur.

KAPİTALİZMİN SANATÇIYA ‘HOŞGÖRÜSÜ’

Sanatçının bir ideal olarak kamusal yaşamla bütünleşmesi, toplumdan güç ve coşku alması, yaratma özgürlüğünü toplum için gerekli olan şeyleri gerçekleştirerek kullanması ile kapitalizmde bu bağların kopması ve sanatçıya güya “özgürlük” bahşedilmesi ama “müşteriyi memnun etme” şartının getirilmesi arasında “sanat toplum içindir”, “sanat sanat içindir”, “sanat para içindir” tartışmaları uzayıp gidiyor.

1970’li yıllarda Türkiye’de de çokça tartışılan, sanatın toplum için mi yoksa sanat için mi yapılması gerektiği konusunun, 12 Eylül’ün getirdiği neo-liberal politikalar ekseninde bir yandan tüm topluma olduğu gibi sanatçılara da ağır baskıların yaşatıldığı koşullarda sönümlenip gittiğini anımsayalım. Çünkü ne toplum ne de sanat için; sanatın artık salt para kazanmak için yapılması gerektiği pompalanmaktaydı ve bu anlayış iktidarın dayattığı başlıca amaçlardan biriydi. Her şeyin parayla alınıp satıldığı bir dönemde sanat eserlerinin de satın alınan bir nesneye dönüşmesi, örneğin Sinan Çetin’in “Fakir sinemacı eşektir!” demesi hiç şaşırtıcı değildi. Öte yandan, Jean Freville’in dediği türden bir “özgürlük” de söz konusuydu elbette:

“Sanata bunca sırt çevirmiş bir rejime karşı, sanatçının her başkaldırması -kapitalizmin yaşamsal çıkarlarına dokunmadığı sürece- ancak soyut bir alanda hoş görülür.”

BİR ARPA BOYU YOL GİDEMEMEK

Paranın “iktidar” olduğu koşullarda gerçek sanat yapılıp yapılamayacağı konusunda en yakın ve en canlı örnekler ise ülkemizden, AK Parti iktidarlarının kültür-sanat politikalarından verilebilir.

Devşirme sporcularla uluslararası yarışmalarda birkaç madalya kazanıp kürsüye çıkabiliyorsunuz ama kültür-sanat dünyasında bu pek mümkün değil bilindiği gibi. Sanatçı devşirebiliyorsunuz ama sanatçı yetiştiremiyorsunuz. O nedenle AK Parti’nin bunca yıldır iktidar olduğu halde bir türlü muktedir olamadığı, kontrol edemediği, yönetemediği ve bunun büyük sıkıntısını yaşadığı alanların başında kültür-sanat çalışmaları geliyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2017’de Ensar Vakfı Genel Kurulu’ndaki konuşmasında, “Siyasi olarak iktidar olmak başka bir şeydir, sosyal ve kültürel iktidar ise başka bir şeydir. Biz 14 yıldır kesintisiz iktidarız. Ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var” demiş olması ve buna benzer vurguları sonrasında da yapması, her şeyin özeti gibi aslında. Aynı yıl içindeki bir başka konuşmasında da “Ülkemizin geçtiğimiz 14 yılda yaşadığı büyük dönüşümün en zayıf halkalarını ne yazık ki eğitim ve kültür oluşturuyor. Bu konularda hayal ettiğim düzeylere ulaşamamış olmamızdan dolayı fevkalade müteessirim, bu bir özeleştiridir. Kültür ve sanatı küçümseyen toplumlar kaybetmeye mahkûmdur. “Sadece aldık maalesef, sadece takip ettik. Kendimiz bir şey üretmedik, kendimiz örnek olmadık. İstisnalar vardır ama genel görüntü böyle” demiş olduğunu da unutmamak gerek. Bu konuşmaların üzerinden altı yıl geçti ama AK Parti-sanat ilişkisi açısından hiçbir şeyin değişmediğini söylemeye bile gerek yok.

İKİ İKTİDAR BİÇİMİ

Türkiye’de her şeyden önce iktidarın bir kültür-sanat politikası yok. Yapılan onca kurultaya, toplanan şûralara, “Daha önce söylediğim gibi kabahat onlarda değil aslında. Kabahat, Osmanlı’nın son dönemlerinden beri Batı’da ne yapılıyorsa alıp başına koyan ve kendi orijinal kültür ve sanatını unutan bizlerdedir. Siyasi ve ekonomik iktidarı ele geçirdiği halde, kültür, sanat, sinema konusunda bir gram yol alamayan ve birbirini yemekle uğraşan bizlerde...” diyen Yusuf Kaplan’lara rağmen, bizzat itiraf edildiği gibi bir arpa boyu bile yol gidilmiş değil. İktidar ve temsilcileri, örneğin katı sansür uygulamalarına rağmen Çin ve İran sinemalarının neden bu denli gelişkin ve “egemen” duruma gelmiş olduğuna bile kafa yormuş değiller.


Türk sinemasında da darbe döneminin etkisi görülmüş ve sevgi, bireysel çıkarların üretimi olarak ortaya konulmuştur.

Ülkemizin kültür-sanat dünyasında iki iktidar söz konusu: Birincisi, hükümetler eliyle egemen kılınmaya çalışılan, toplumun çelişkilerini ve gerçeklerini yansıtmaktan uzak, çağdaş normlara mesafeli, ortaya kalıcı eserlerin konamadığı, devlet olanaklarının ve devşirme sanatçıların çare olmadığını anlamayan bir sanat anlayışı… İkincisi, küreselci, kültür emperyalizminin her türlü dayatmasını büyük keyifle benimseyen, çürümüş bir neo-liberal sanat iktidarı… Bunlardan kurtulmanın, sanatı ve sanatçıyı kısıtlayan zincirleri kırmanın ise tek yolu var: İktidar olmak. Kültür-sanat alanında iktidar olamıyorsanız, kaybetmeye mahkûmsunuz demektir.