Paranoya geçidi-(TAMAMI)

Birkaç yıl öncesine kadar, herhangi bir ulusal kaygıdan söz ettiğiniz zaman, paranoyak olduğunuzu, hâlâ ulusalcı otlaklarda otladığınızı öne sürüp sizinle dalga geçerlerdi. Yüzünüze ukalaca bıkıp “Ulus devletlerin tarihe karıştığı küreselleşen dünyamızda” diye konuşmayı sürdürürlerdi. Nefret ettiğim “hem kel hem fodul” insan tipleriydi bunlar. Kendilerine ait bir beyinleri ve ağızları olmadığı için başkalarının sözlerini tekrarlarlardı. Üstelik gazeteciydiler, üniversite hocası idiler (nasıl gazeteci ve nasıl hoca iseler artık)...

Üç paranoya

Paranoyalardan üç tanesi aklımda kalmış:

- Bölünme Paranoyası,

- İrtica Paranoyası,

- Sevr (Sèvres) Paranoyası.

Güya statükocu Kemalistler, ulusalcılar, ulus-devletçiler, ayrı bir tür olarak bizzat statükocular, AKP’nin askeri vesayeti yıkmak, demokratikleşmek çabalarını engellemek için bu üç paranoyayı kullanıyorlardı.

İşi uzatmamak için, bölünmenin demokratikleşmeyle ilgili olmadığı, bölünmek isteyenlerin ülkenin demokratik olup-olmamasıyla ilgilenmediklerinin artık ortaya çıktığını söylemek istiyorum. Sanırım, “Anadilde eğitim-öğretim” istemenin, üstü kapalı olarak, en azından, özerklik istemek anlamına geldiği anlaşılmıştır. Anayasa’dan “Türk” sözcüğünü kaldırsanız da Türkiye bölünecekse bölünecektir.

AKP iktidarının, Türk toplumunu İslamcı cenderesine sokmak için sineğin yağından bile yararlandığını, ülkeyi biri Fethullahçı, öteki imam-hatipçi olmak üzere ülkeyi iki siyaset ve çıkar mafyasının yönettiğini hâlâ göremeyenler var. Bunlar ve ülke için kaygılanan herkesi paranoyak olmakla suçlayanlar aynı kişiler.

Gelelim Sevr (Sèvres) paranoyasına: Bu ülkede, artık, uygulanamadığı için Sèvres diye bir antlaşmadan söz edilemeyeceğini, Kurtuluş Savaşı’na kurtuluş savaşı denilemeyeceğini, Lausanne Antlaşması’nın aslında Türkiye’ye ihanet belgesi olduğunu iddia eden sözde tarihçi “marihçiler” var. Derin Tarih adlı “mergi” bile çıkartıyorlar.

Bir ‘Marihçi’yi anlamak

Ne gazetenin, ne de yazıcısının adı gerekli! Yazar, son yıllarda ülkemizde örnekleri bol miktarda bulunan bir zat (aslında bir “zat” değil, bir “zart”), her çorbadan çıkan hamamböceklerinden biri... Bir “keramete kıç attıran!”

Bu zart yazısına şöyle başlıyor: “Birinci Dünya Savaşı’nı kaybeden Osmanlı Devleti, 30 Ekim 1918 tarihinde İtilaf Devletleri ile Mondros Ateşkes’ini imzaladı. Bu gayet doğal, hatta sıradan bir gelişmeydi.”

Adam önce yazmayı bilmiyor, sonra tarihe ve ülke insanına saygısı yok. Sözde bile olsa koskoca bir imparatorluğun sonunun başlangıcı olan bir ateşkes anlaşması nasıl “doğal” ve hatta “sıradan” olabilir? Mondros Mütarekesi, Türkler için utanç verici trajik bir olaydır. Böyle bir olayı ancak uyduruk siyaset bilimciler “doğal” ve “sıradan” sözcükleriyle tanımlayabilir.

Biz paranoyaklar, böylesine sözcük falına bakmaya da meraklıyızdır. Bir tek sözcükten adamın niyet ve tıynetini anlarız. Bu zat, mütakerenin imzalandığı günlerde yaşasa idi, kesinlikle işbirlikçi olurdu.

Sevr’i anlamak

Bu zat, resmi ideolojinin, Sèvres Antlaşması’nın amaçlarını gizleyip “Osmanlı Devleti’nin bölünmesini Anadolu’nun bölünmesine dönüştürdüğü, indirgediği” iddiasında. Keramete kıç attıranlar tayfasından dedim ya: Yahu, 433 maddesi ile tarihin göbek taşına lök gibi yatmış olan Sèvres Antlaşması’nı kim kimin gözünden saklayabilir? Antlaşmada (Kesim II) mezarlar bile var.

Resmi söylem Sèvres’den şikayet ederken, Ege Adalarını (Madde 84 ve 122), Hicazı (Madde 98), Mısır’ı (Madde 101), Sudan’ı (Madde 113), Kıbrıs’ı (Madde 116) ve Libya’yı (Madde 121) ağzına bile almıyormuş. Resmi söylem, Mezarlar’dan (Kesim II), Sağlık İşleri’nden (Kesim II), Karma Hakem Mahkemesi’nden (Kesim V) de söz etmiyor.

Bizim yazmanın sözünü ettiği topraklar zaten çok uzun süredir ve fiilen Osmanlı Devleti’nin egemenliği dışında kalmış yerler. Resmi Söylem’i oluşturan, Erzurum ve Sivas kongrelerinde ortaya çıkan iradenin saptadığı Misak-ı Milli (Ulusal Ant, 28 Ocak 1920) sınırları içinde yer almıyor. Misak-ı Milli, kendi ulusal devletini kuracağı Anadolu topraklarıyla kıskançca ilgileniyor. Zaten, Mısır, Sudan, Libya, Hicaz kendi kaderlerini bir ölçüde seçmiş. İngiltere, 4 Haziran 1878’de Osmanlı’dan 92 bin 799 sterline kiralayarak Kıbrıs’a el koymuş. Resmi söylemin adını ağzına almadığı yerlerde, Kıbrıs dışında, bir Türk nüfusundan söz emek de mümkün değil. Ege adalarında bile.

Resmi söylemin adını anmadığı yerler, Osmanlı’nın bile vatan saymadığı, fethedilmiş topraklar. Başkalarının toprakları. Antiemperyalist ilkelerle ortaya çıkan “Milli Mücadele” iradesi, sadece Anadolu’ya sahip çıkacak, ulusal devletini bu topraklar üzerinde kuracak kadar akıllı idi.

Adamın dediğine bak

Adı anılmaya değemez yazman, “[Başarının] İttihatçıların A kadrosunun devleti maceraya sürükleyerek yok oluşa götürmesinin ardından, B kadrosunun birkaç önemli mevziyi geri kazanmasından ibaret olduğu görülebilir. Dahası, bu süreç ileri seviyede efsaneleştirilerek halka sunulmuş, otoriter bir rejimi gerçekleştirmekte kullanılmış ve bu durumu sürdürülebilir kılma adına bir halk nesiller boyunca temelsiz bir Sevr korkusuyla paranoyaklaştırılmıştır” diyor. Cumhuriyet, otoriter rejim kurmak için Sèvres’i kullanmış. Keramete işte böyle kıç attırılır. Meydan dayaklık bir durum!

Bir adam, Irak’ta, Suriye’de olanları, Doğu ve Güney Doğu’da olacakları olanları Sèvres’in uzantısı olarak görmüyorsa, ona, sadece geçmişte değil günümüzde de “İşbirlikçi!” denir. Böyle bilgiçlik taslarken bir işbirlikçi oluverir insan!