Perşembenin gelişi

Israrla yazıp söylemeye çalışıyorum: içinden geçiyor olduğumuz süreç -her anlamda- tipik “tarihsel” özelliklere sahip. Hem her şey alabildiğine belirsiz, karmaşık ve o yüzden de kavranması problemli; hem de birçok değişim ve dönüşüme gebe. Üstelik de bu sadece Türkiye'de değil, bütün dünyada, aynı anda büyük bir ideolojik ve kültürel kriz olarak yaşanıyor.
Sürecin esas olarak iki canlı ekseni bulunuyor. Birincisi, uluslararası neoliberal küreselleşme politikalarının yaratmış olduğu manipülatif zorlama durum; ikincisi ise, gerçekten de tarihsel “yeni”ye, gerçek “çağdaş”a duyulan ve her dönemde karşımıza çıkan zorunlu, tarihsel bir karşı tepki, bir yeni mevzilenme.

TARİHSEL DIŞ GEBELİK

“Tarihsel” deyişimin nedeni, zaten küresel manipülasyonla ona karşı gelişen büyük tepkinin artık son derece büyük kırılmaya yol açmış olması yüzünden. Bu, öylesine yüksek ve dönüşüme açık bir gerilim yaratmış durumda ki asıl öngörülemeyen gelişme de bu aslında.
Kaldı ki “tarihsellik” kavramı da bu çok yönlü doğurgan sürecin öyle ya da böyle tarihsel bir zamana ait olmasından çok, işte bu tarihsel kırılma ve dönüşüm kodlarından kaynaklanıyor.
Durum, dünün verileriyle günümüzü anlamaya çalışanları artık birer anlamaza, sözüm ona yarını anlamaya yeltenenleri ise -esas olarak- birer görmeze, kavrayamaza dönüştürüp çıkmaza sürüklüyor. Çünkü uluslararası neoliberal küreselleşme çizgisi 20-25 yıldır ideolojik olarak sanat ve kültürde derin bir yarılmaya yol açtı. Böylece hem kendisi ömrünü doldurarak tarihsel bir çöküşe doğru evrildi, hem de iddia edilen sözde referansları ve çözüm önerileri tarihsel olarak önemli ölçüde itibar ve güç kaybetti. Elbette bu tarihsel durum bir “dış gebelik” olarak da görülebilir ki, benim derdim karamsarlık yaymak ya da “bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek”...

KÜLTÜREL KÜRESELLEŞMENİN İFLASI

Bir süredir bu köşede kendi kendime ısrarla “çağdaş sanat” kavramı üzerinden “çağdaşlık” kavramı ve içerikleriyle ilgili düşünme ve tartışmadan vazgeçmeye hiç niyetim yok doğrusu. Bu bağlamda öncelikle şunun altını çizmeliyim: Uluslararası neoliberal küreselleşme politikaları -ki en azından açıklanmış görünür iddiası var- ile anti emperyalist cephenin tam olarak ifade edilmemiş gibi duran temel iddiaları arasında hınzırca kurgulanmış bir beklenti paralelliği varmış gibi bir algı operasyonu söz konusu ki zaten kaos da asıl bu noktada yaşanıyor.
Küreselleşmeci “güncel sanat” adına ileri sürülmüş argümanların, görüşlerin ve yapılanların kültürel kofluğu ve çöktüğü ortada. Üstelik de bu tarihsel çöküş ve çürüme sadece çağdaş sanat ve kültürü değil, kanser gibi her alanı sarmış durumda...

DERSLERLE DOLU TECRÜBELER

Ne yazık ki sadece sanatı, kültürü, ahlakı değil, aynı zamanda tüm hayatı bir bütün olarak yaşamak yerine belli kalıplara hapsedip kategoriler halinde tuttuğumuzda hem çağdaş sanatta hem hayatta nefes alacak temiz bir alan bulmamız giderek zorlaşıyor; neredeyse elde bir ulus devletimizin bile bırakılması istenmiyor gibi... Ne var ki, 1990'lı yıllardan bu yana süren büyük ahlaki kültürel çatışma ve hegemonya sürecinin sonuna doğru ilerliyoruz. İş, bu sürecin somut olarak neyle, nasıl aşılacağında ki yine bunun derslerle dolu tecrübeleri ve çözümleri de önümüzde duruyor.
Yeter ki, hem yazıp söylerken, hem yaparken, hem de altyapılarımızı -her anlamda- yükseltirken gerçekten büyük, derin, birikimli düşüncelerimiz ve cesaretimiz olsun!
Hani “perşembenin gelişi çarşambadan bellidir!” derler ya aynen öyle: kültürel küreselleşme iflas etti, her şeyleri birden çöktü ya da tam tersine döndü.
Gelecek yazı, “çağdaş sanattan niçin nefret ediliyor?”