PKK’nın savaş ahlakı

Geçtiğimiz hafta Aybüke öğretmenin şahadetinin toplumda yarattığı şok etkisi birkaç faktörle üst üste gelerek katlandı. Görevine yeni başlamış, maaşından öğrencileri için fedakârca harcama yapan genç bir kızın katledilmesi yeterince yaralayıcıydı. Buna katliamın asıl hedefi olmayıp orada bulunuyor olmasındaki talihsizliğin insanların vicdanında yarattığı adaletsizlik duygusu eklendi ve Aybüke’nin söylediği türkünün sözleri ile çarpan etkisine uğradı. Ancak bu infialin duygusal tepkileri içinde bir ayrıntı gözden kaçtı: PKK’lı militan aslında belediye başkanını öldürmeye dönük bir intikam eylemi yapmaya çalışmıştı.

Kuruluşun üzerinden geçen kırk yılı aşkın süreden sonra PKK’nın hala siyasi partilerin il-ilçe başkanlarını, öğretmenleri, mühendisleri, yirmi yaşındaki asker gençleri vb. katletmek suretiyle bir devlet kurmaya doğru giden yolu döşeyebileceğini düşünmesi tuhaf bir durum. Devlete karşı silahlı mücadelenin bir mantığı vardır. Bu mücadele devletin silahlı tekeli ile koruduğu egemenliğini adım adım geriletmeye ve silahlı örgütün kendisini devletleştirmesine doğru ilerletilir. Bu stratejik aracın o örgütü devletleştirmeye götürmek dışında kullanılması, örneğin sivil hedeflere yönelerek teröristleşmesi veya intikamcı bir körlüğe doğru yozlaşması, hem o örgüt açısından bir çaresizliğin dışavurumudur hem de çürümenin. Silahlar feodal toplumların kan davası benzeri uygulamaları için kullanılmaya başlandığında, o örgütün bağlandığı amaçlarla silah kullanma arasındaki rasyonel ilişki bağı kopmuş demektir. Gerçi birinci körfez savaşından bu yana ABD’nin taşeronu olmaya doğru evrilmiş olan PKK’nın artık kendi rasyoneli ile mi yoksa hizmet sözleşmesi ile bağlandığı güçlerin rasyoneli ile mi hareket ettiği sorusunun cevabı açıktır.

PKK’nın örgütsel bilincinde kendi eyleminin oluşturduğu bütün, “terör” değil, emperyalizme karşı kurtuluş savaşı olarak kodlanıyor. Buradaki emperyalist düşman, bir değil dört tane. PKK’ya göre, Türkiye, Irak, Suriye ve İran gerçekte emperyalizmin tahakkümünü tecrübe eden ülkeler değil, bizatihi Kürdistan’ı dört parçaya bölerek sömürmekte olan emperyalist ülkeler. O zaman düşmanımın düşmanı dostumdur ilkesi uyarınca, bu ülkelere karşı dünyanın emperyalist merkezleriyle işbirliği yapmak, onların taşeronluğunu üstlenmek meşru olarak görülmeye başlanıyor.

Savaşlar, haklı ve haksız olarak ayrıldığında, sömürgeleştirme amaçlı yayılmacı savaşlar haksız, buna karşı kendi yurdunun egemenliğini savunan savaşlar haklı olarak nitelenebilir. PKK, İran, Irak, Suriye ve Türkiye tarafından ‘sömürgeleştirilmiş’ olan Kürtlerin egemenlik mücadelesine önderlik ettiğini iddia etmek suretiyle kendisini haklı savaş veren örgüt olarak konumlandırdığını söylemek mümkün. Ancak PKK’nın eyleminin sonuçları bu zihinsel konumlanışı desteklemiyor. Savaşların haklı veya haksız olması, o savaş sırasında sergilenen davranışları etkiliyor. Bir başka deyişle davranışlarımıza kaynaklık eden değer sistemleri, davranışlarımızın ahlaki ölçütlerini oluşturuyorlar. Bu durum savaşlardaki davranışlar için de geçerli. Haklı savaş veren, yani vatanını savunanların davranışlarındaki ahlakilik ile haksız savaş verenlerin davranışlarındaki ahlakiliği belirleyen değer sistemi farklı oluyor. Savaş suçu kavramı bu değer sistemi farklılaşmasının bir sonucu.

Çanakkale Savaşı’nda çatışmalara ara verildiği sıralarda Türk askerlerinin düşman askerlerine su yardımı yapması, onların da karşılık olarak bisküvi hediye etmeleri vb. savaş içinde yaratılan ahlakın örnekleridir. Sivillere, sağlık kuruluşlarına saldırmamak, düşmana işkence etmemek ve ona saygı duymak bu ahlakın parçasıdır. Mustafa Kemal’in İzmir’i kurtardıktan sonra ayaklarının altına serilen Yunan bayrağını çiğnemeyi reddetmesi bu haklı savaş ahlakının yansımalarından biriydi. Haklı savaşın maliyeti ya devlet bütçesine ya da kitlelerin gönüllü inisiyatiflerine dayanır. Savaşın taraflarının ticari faaliyetleri olabilir ancak bunların da kurulması amaçlanan düzenin meşruiyet ölçülerini yansıtması gerekir. Çünkü devleti savunma ya da devlet kurma eylemi, son tahlilde üretimi, refahı sürdürme ve ‘insanı yaşatma’ eylemidir.

PKK’nın izlediği silahlı stratejinin iki ayağı bulunuyor. Birincisi kurtarılmış bölgeler yaratmak ve adım adım devletin egemenlik yetkisini devralarak devletleşmek. Gerilla birliklerinden düzenli orduya doğru gidiş bu süreci izler. İkinci ayakta yasal partinin yaratacağı siyasi etkiyle meşrulaşmak ve devleti kendisi ile pazarlığa oturmaya zorlamak bulunur. PKK’nın pratiğine bakıldığında iktidara giden stratejinin iki ayağının da kurulamadığı görülüyor. Bu durumda devletin hedef bölgeden kovulmasına dönük karakol baskınları yerini giderek yozlaşan ve birer intikam eylemine dönüşerek çıkmaza saplanan eylemlere bırakmış görünüyor.

Düzenli orduya dönüşemeyen ve kurtarılmış bölgeler yaratma amacına on yıllar boyunca erişemeyen bir silahlı hareket giderek daha fazla sürdürülebilirlik sorunu ile karşılaşır. Büyük maddi ihtiyaçlar sadece moralleri zorlamakla kalmaz, mücadelenin bir bütün olarak ahlaki diriliğini ortadan kaldıracak kaynaklara doğru örgütü zorlar. Dolayısıyla haksız savaşlar da kendi ahlaki değer sistemlerinden güç alan kendilerine özgü davranışlar yaratırlar. Sivilleri öldürerek, uyuşturucu satarak, kendi kadrolarını infaz ederek vb. yürümez. Bu tür ahlaki zaaflar haksız savaşların yozlaştırıcı etkilerinin yansımasıdır. ABD’nin yayılmacı amaçlarla yürüttüğü savaşlarda, Kore’de, Vietnam’da veya Irak’ta nasıl yüz kızartıcı suçlar işlediğini, işkence teknikleri geliştirdiğini bilmeyen yoktur. PKK’nın kaderi bu olguyla yakından ilişkili görünüyor. ‘Sömürge Kürdistan’ gibi geçersiz bir tahlilden hareketle, nüfusunun üçte ikisinin Türklerle kaynaşmış olarak yaşadığı bir etnik grubun bağımsızlığı için Dünya gericiliğinin merkezi olan ABD’nin taşeronluğu yoluyla ‘kurtuluş’ mücadelesi vermeye kalktığında, uyuşturucu satmak, öğretmen katletmek ve intikam eylemleri yapmak kaderin oluyor.