Post-Mortem Fotoğraflar

Biliyorum, pek sevimli bir konu değil, iç karartıcı bir şey. Yaşamın onca zenginliği dururken böylesine bir konuya el atmak, inanın benim fikrim değil. Bir fotoğraf dergisinde yer alan ilginç bir inceleme. Üstelik ölüm de güncelliğini hiçbir zaman yitirmeyen bir konu
değil mi?
Ölüm anı ve sonrası denince hiç kuşkusuz akla birçok fotoğraf gelir: örneğin, W. Eugene Smith’in “Tomoko ve annesi - 1977”, yine aynı sanatçının “Denizcinin ölümü - 1944”, ve tabii Robert Capa’nın İspanya iç savaşındaki o unutulmaz anı çektiği askerin düşüş ya da gereğinden fazla dramatize edilen MmeGilles’in katli fotoğrafı. Ama sözünü edeceğimiz fotoğraflar bunlar da değil. Bunlara Mary Ellen Mark’ın, açlıktan ölen Afrikalı çocukların adeta paketlenip yan yana konduğu “Ölüm Odası” fotoğrafını da dahil edebilirsiniz. Tüm bu saydığım ve sayamadığım -çoğunuzun bildiği- fotoğraflar, bir haberin fotoğrafları. Korkutmuyor ama acıma, kızma, nefret etme ya da irkilme gibi duyguları beraberinde getiriyor. Bu ve benzeri fotoğraflarda ölümün o bilinen soğuk yüzünden daha çok, ölenen ile öldürenin -ya da ölme nedenlerinin- acısı ile nefreti var.
İlle de post-mortem fotoğraflara, fotoğraf sanatının özgün örnekleriyle, basın fotoğrafçılığından bir benzer aramak gerekirse, sanırım buna en uygun olanı, 1871’in Paris’indeki o “kanlı hafta”nın fotoğraflarıdır. Gerçi bunun da bir haber niteliği vardır ama onun da ötelerine geçen esas özelliği gerçek bir post-mortem fotoğrafı olmasında yatar. Yan yana dikine konulmuş yedi tabut ve içlerinde çırılçıplak cesetler. İşte ölünün ve ölümün soğuk yüzü.
Gerçek anlamda post-mortem tanımlamasını içine koyduğumuz fotoğraflar ölüm sonrasında ve onun ritüelinde çekilmiş hiçbir haber ya da estetik amaç gütmeyen fotoğraflardır. Bırakın ölüsünü, dirisinin bile fotoğrafını çekmenin yasak, günah sayıldığı Müslüman ülkelerde bir zamanlar bu tür fotoğrafların örneklerinin bulunduğunu söylemeye bile gerek yok sanırım. Fotoğraftaki diğer akımlar, eğilimler ve de gariplikler gibi bu tür de Batı’ya özgü.
Fotoğrafın emekleme çağında bile kimileri ölüme ve ritüellerine merak sarmışlardır. Daha 1852’lerde yani fotoğraf için çok erken tarihlerde bile ölüm, direkt olarak değilse de soyut bir şekilde kurgulanmaya başlamış, sembolik sayılabilecek nesnelerle çağrıştırılmak istenmiştir. Thomas Richard Williams’ın çekip Robert Lebeck’in koleksiyonunda olan aynı tarihli bir fotoğrafta “Unutma ki bir gün sen de öleceksin” başlığı altında ölüm; kafatası, kum saati, kandil, sahipsiz bir gözlükle temsil edilmiştir. Bu, post-mortem fotoğrafların bir bakıma prototipi sayılabilir. Ama sonrasında sembolik nesneler yeterli olmamış, ölümün yüzü, o anın tüm soğukluğu ile kimi zaman tabutta, kimi zaman ise çırılçıplak fotoğrafın içinde yer almıştır. 19. yüzyılın sonlarında bu tür fotoğrafçılık ve onun bilinen örnekleri -nedense- çok rağbet görmüştür. Kimileri ise ölen çocuklarının en sevdikleri giysiler içinde son kez fotoğrafını çektirirken, kimileri de tabutları içinde son yolculuğa çıkan çok yakınlarını bir de bu haliyle görme isteği sonucu fotoğraf çektirmişlerdir.
Bir de Zincirlikuyu Mezarlığının kapısı üzerine konan o irkitici “Her canlı bir gün mutlaka ölümü tadacaktır” yazısı var ki, onu post-mortem fotoğraflarının dışında değerlendirmek gerekir.
İnanın amacım sizi üzmek ya da irkitmek değildi. Fotoğrafçılığın bu az bilinen yönüne dikkati çekmek istedim.
Üstelik ölüm, korkutucu olsa da bir gerçek değil mi?