Referandum ve yarı aydın elitizmi

Bizde biraz tahsil görmüş, nitelikli işgücüne mensup insanlar arasında yaygın bir eğilim göze çarpar: elitizm! Hatırlarsanız bir zamanlar Aysun Kayacı adlı bir manken “benim oyumla dağdaki çobanın oyu bir mi” diye sormuştu. Aslında o sözler ülkemizin örgütsüz veya toplumun karşısına üzerinde düşünülmüş, ciddi ve kuşatıcı bir programla çıkma yeteneği olmayan kentli kesimleri arasında inanılmaz ölçüde yaygın bir eğilimi yansıtmaktadır.

Alınan her siyasi yenilgiden sonra bu kesimin arınma töreni yeniden başlar. Bir kısmı ülkeyi terk etmekten bahseder bir kısmı halkın idraksizliğinden dem vurur. Böylece her şeyden haberi olduğunu varsayarak kendisine “aydın” vasfı atfedenler için aklanma vakti gelmiş olur. Elitizm (seçkincilik) karamsarlığın ikiz kardeşi ve en büyük meşrulaştırıcısıdır aynı zamanda. Örgütsüzseniz ya da taraftarı olduğunuz görüşün, mensubu olduğunuz partinin insanları değiştirme yeteneği sınırlıysa, çabalarınızın verimini asla alamayacağınız düşüncesine kapılırsınız. Geleceğe dair karamsarlığınızın ortadan kalkması için yeni bir değerlendirme yapmaya ihtiyacınız vardır. Oysa bu yıllarınızı verdiğiniz ve kişiliğinizin bir parçasına dönüşmüş fikirlerinizi sorgulamak gibi zahmetli bir çabayı gerektirecektir. Daha kolayı vardır. Doğru yerde durduğunuza inanır ve başkalarının sizi anlayamadığını savunursunuz. Böylece karamsarlık, örgütsüzlük ve yanlış mevzilenme dogmatizme giden yolu da döşemiş olur.

Kolayca anlaşılacağı üzere, aslında bir sınırlı bir grup insanın yanlış algısından değil, ülkemizde liberaller, reformcular ve yaşam tarzı savunuculuğunu sol bir programın esası olarak kabul eden laik kesimler arasında yaygın şekilde gözlenen bir programın unsurlarından bahsediyoruz. Müzmin karamsarlık, “faşizm” vb. kavramlar altında rakibi olduğundan büyük gösterme, dogmatizm ve elitizm bu programın maddeleri olarak çıkıyor karşımıza.

Yarı-aydını, idraksiz gördüğü kitlelerden ayıran şey okuyor olması değildir, o da okumaz. Sadece tahsil görmüştür, eğitimlidir. Belki gazetelere ve tartışma programlarına bakmaktadır ancak bu onu analitik düşünen değil, malumat sahibi biri yapar. Kentli davranış örüntülerine sahiptir. Yani daha görgülüdür. Başkalarının haklarına karşı daha saygılıdır. Özgüveni yüksektir. Bu özellikleri ile kendisini kırsal ilişki örüntüleri içinde yaşayan kesimlerden ayırır. Gerçekte sol bir programı (antiemperyalizm, kamu ekonomisinin öncülüğü vb.) tutarlı biçimde savunmadığı halde, yaşam tarzı konusunda merkez sağ gelenekten daha hassas olduğu için kendisini sol partilere yakın hisseder. Ama 1 Mayıs’a katılmaz. Sınıf bilincine sahip değildir.

Bir gerçeğe gözlerimizi kapadığımız sanılmasın. Maalesef Türk toplumu dünyanın en az okuyan toplumları arasında. Bugün ülkemizde 41 tane günlük gazete çıkıyor ve bunların toplam tirajları 3 milyon 250 bin dolayında. Bu satışın 250 binlik kısmını spor gazeteleri yapıyor. Her gazeteyi ortalama dört kişinin okuduğunu varsaysak, Türkiye’de 13 milyon kişinin günlük gazete okuduğunu söyleyebiliyoruz. “A plus” veya “AB grubu” olarak adlandırılan, TV’de diziler, yarışmalar vb. dışında ana haber bültenlerini ve tartışma programlarını da seyreden ya da olan biteni internetten takip eden kesimin gazete okurları ile

hiç çakışmayan bir küme olduğunu varsayalım. Bu kesimin de yirmi milyonun üzerinde olduğunu hesaplayalım. İki kümeyi topladığımızda ulaşacağımız rakam olan 35 milyon, bir biçimde ülke gündemini izleyen ve belli bir siyasal bilinç atfedebileceğimiz seçmenlerin sayısı olacaktır. Oysa ülkemizde seçmen toplamı 55 milyon ve bunun anlamı, tabiri caizse dünya diye bir gezegenin varlığından haberi olmayan yirmi milyonluk bir seçmen kitlesiyle karşı karşıya olduğumuzdur.

Ancak kendi ülkesinin insan kaynaklarının niteliklerini, taşıdığı olumlu ve olumsuz özellikleri bütün gerçekliği içinde tespit etmek başka bir şeydir, onun kendince olumsuz gördüğü özellikleri üzerinde tepinerek, kendi konumunu meşrulaştırmak, başarısızlıklardan ders alma ödevinden uzak durmak ve kendini arındırmak başka şey. Türkiye’nin yarı-aydınlarının yaptığı tam da bu ikincisidir. Bırakalım tek tek bireyleri geçmişten günümüze seçim yenilgilerinden sonra bilim insanlarını ve parti kurmaylarını toplayarak çalıştaylar düzenleyen, hatalarını açık yüreklilikle tespit eden ve bunların telafisi için yeniden-örgütlenen kaç siyasi parti var acaba?

AKP seçmeni Tayyip Erdoğan’ın şahsında, ortalama sol seçmenin gördüğü imgeyi görmüyor. Batı’ya kafa tutan, İsrail’e “van minüt” diyen, milli gururumuzu temsil eden, ekonomik olarak Türkiye’yi kalkındıran, devasa yol, köprü vs. projelere imza atan bir liderin hayalini görüyor. İç ve dış borç stokunun Cumhuriyet tarihinin rekorlarını kırdığı, ekonomik refah zannedilen şeyin gerçekte bir sıcak para ve borçlanma balonu olduğu ve bunun sürdürülemez bir süreç olduğu gibi haklı öndeyiler bu seçmenlerin gözünde maaşlar yattığı, cepte biraz paranızın olduğu ya da borçlarınıza takla attırarak gününüzü kurtarabildiğiniz ölçüde başarılı bir lidere yönelik soyut karalamalar gibi algılanmaya müsaittir.

Yarı-aydın kitlelerin yapa yapa öğrenip kendi deneyimleri ile pişeceğini bilmez, o yüzden sabırsızdır. Karamsarlığının kaynağı ise daha derindedir. Kitleler kendi deneyimlerinin sonucunda yeni bir arayışa girdiklerinde yine kendisine itibar etmeyecekleri kaygısını derinden derine taşımaktadır. Çünkü siyasi varoluşunun esasını kendi yaşam tarzına kimsenin karışmayacağı, kendisinin de başkalarının yaşam tarzına karışmayacağı liberal bir özgürlük talebi oluşturur. Bunun dışında kalan temel ekonomik ve siyasal meselelere ilişkin görüşleri bazı klişelere ve yüzeysel çözüm önerilerine dayanmaktadır.

16 Nisan referandumu sonrası sosyal medya başta olmak üzere çeşitli mecralarda bol bol maruz kalacağımız elitist itirazın ortadan kalkması için ülkemizde sol anlayışın yeni bir program temelinde hizalanması gerekiyor. Böyle bir gelişme diğer siyasal akımları da kendi içlerinde daha az demagojik ve daha tutarlı olmaya zorlayabilir belki.