Refik Durbaş: Gönlü yurt yaylasında bir şair

“And olsun ki çürüdü kalbimde hicran
ulaştım tadına kutsal sözlerin ve acı ateşin
küfrün bağışına zulmün zevkine erdim
-ama hâlâ hasretin canımda umman”
14 Ekim 1974, yolum Kars’a düşmüştü. Girdiğim kitapçının rafları arasında gezinirken, dikkatimi çeken şiir kitaplarına göz atıyordum. Kitapçının, “bugün geldiler,” dediği kitapların arasında Ataol Behramoğlu’nun “Yolculuk, Özlem, Cesaret ve Kavga Şiirleri”, Nihat Behram’ın “Hayatımız Üstüne Şiirler” ve Refik Durbaş’ın “Hücremde Ayışığı” vardı.
Durbaş’ın kitabının arka kapağına göz atıyorum: “1944 yılında Erzurum’da doğdu. Liseyi İzmir’de bitirdi...” sözlerinden sonra, ilk sayfaları geçip az önce paylaştığım dörtlükle karşılaşıyorum. Sonra rastgele bir sayfayı açınca “Gülün Adı” şiiri karşılıyor beni. Bu üç şiir kitabını ve daha başka kitapları alarak çıkıyor, gidip bir kahvehanede oturup okumaya koyuluyorum... Aynı kentte doğmuş olduğumuzdan okuma önceliğini Refik Durbaş’a veriyorum.
Bundan birkaç ay sonra, doğduğum kenti terk edecek, okumak için yönümü İstanbul’a dönecektim. 1975’in ilk ayları. Cağaloğlu Yokuşu Ankara Han’ın dördüncü katında gidip Sait Maden’i bulduğumda, “Soyut” dergisinin yeni sayısı üzerinde çalışıyordu.
Tanışıp konuşmamız uzayınca, kendisinin liseyi bitirdiği Çorum’dan İstanbul’a Akademi’de okumak için nasıl geldiğini kısaca anlatmış, birazdan kendisine uğrayacağını söylediği Refik Durbaş’tan söz etmişti. Onun gelmesi benim bekleyişimi de uzatınca kalkmıştım. Sait Maden; “Kerata gelmeyecek galiba, bazen öyledir söz verir, ya gecikir ya da gelmez. En iyisi görmek istersen Cumhuriyet Gazetesi’de uğra,” diyerek beni uğurlamıştı.
Sonraki birkaç gün içinde gidip Refik Durbaş’la gazetede tanışmıştım. Ondan ayrıldığımda çantamda ilk kitabı “Kuş Tufanı” vardı.
O günlerde Bakırköy’de oturuyordu. Bizim birkaç yaz sürecek İstanbul gecelerimiz işte o günden sonra başlamıştı. Benim öğrenci evim Ortaköy’deydi. O divane günlerimizin bir sergüzeşti de Hüseyin Haydar’dı. Bu iki semt ve Beyoğlu bizim gece sefalarımızın haneleri olmuştu.
Durbaş, babacan bir edayla bizi kanatlarının altına almıştı adeta. Sevdiği çilingir sofrası göbeği kadar namlıydı o günlerde.
İzmir’den İstanbul’a gelişini, işportacılık günlerini tatlı tatlı anlatırdı. Yaşadığı zamanlarla yazdığı şiirlerini buluşturan bir duyarlılık vardı onda.
Gene de, onun şiirindeki sesinde, kuşağının diğer şairlerinden ayıran bir başka tını vardı: Doğu anlatıcılığının söz belleği, arkaik duyarlılık...
Onun hayata bu denli yakın duruşunun getirdiği anlatımcı yanı ise “Gülün Adı Ne “ ile başlayıp “Kampana”, “Beyaz Kehribar” şiirlerinde kendini gösterecektir.
Söz belleği/bilincinin yoğunluğu ise ona özgü bir söyleyişi kurmada şiirine belli bir devinim sağlamıştır. Bunu da ben ile biz arasında bir bakış/söylem olarak şiirine yansıtan Durbaş; bağlanışı, adanışı, aşkı, acıyı, hüznü, kederi, öfkeyi, emeği, insanın sürükleniş öyküsüyle iç içe işleyerek şiirine yansıtır. Kente akın akın gelen göçe, göçün savruntusundaki insanların dünyasına dönüp bakar. “Küçük insan” tipolojisinin şiirdeki duyarlılığı neredeyse Refik Durbaş şiiriyle özdeşleşir. “Çırak Aranıyor”, “Çaylar Şirketten” kitapları bir bakıma da bu yansımaları içeren şiirlerini getirir.
Çıkıp geldiği Anadolu’nun gezgini olduğu zamanlara denk gelen şiirleriyle ise daha geniş bir coğrafyaya açılmanın dilini kurar.
O hep sözün gurbetinde bir şair olarak yaşadı.
Kitabelere kayıtlar düşen dörtlükler yazmaya severdi. Şimdi de onun bir kaydını buraya düşmenin zamanı:
“Refik Durbaş da ömrünün birkaç kış ve yazını
Moda’da, Ressam Şeref Akdik sokakta,
Gönlünü arka bahçesine düşürmüş bir evde geçirmiştir
Yalnız ve yalnız arka bahçesinde boy atmış
Bir erguvan ağacı hatırına üstelik...”
Şimdi bizi bırakıp sonsuzluğa gitti, yani gönlünün gurbetine; sözün yaylasında sesini daha da çoğaltmak için...