Risk ve siyasetin kalitesi

SON günlerde üst üste gelen deprem, çığ ve uçak kazası haberleri pek çok insana güvenliksiz bir ülkede “tesadüfen” yaşadığımızı düşündürttü. Bu tür felaketlerde meselenin bize özgü olan ve olmayan yönleri var. Bize özgü olan yönlerinin başında kısa vadeli çıkarların uzun vadeli kamusal yararın önüne geçirilmesi, kar hırsı, liyakatsizliğin siyaset tarafından ödüllendirilmesi ve bireysel sorumsuzluklar gibi etmenler var. Bize özgü olmayan boyut ise teknolojinin kullanımında özel çıkar sistemi ile kamu yararı arasındaki dengenin bozulmuş olmasıyla ilişkili.

Sosyolog Ulrich Beck tarafından ortaya atılan “risk toplumu” teorisi, sadece bizim ülkemizde değil, bütün dünyada insan yapımı felaketlerin artışına ve hayat organizasyonumuzu dönüştürmesine dikkat çekiyor. Beck’e göre çağımızda doğal olan ile kültürel olan arasındaki fark ortadan kalktı. Ozon tabakasının delinmesi, küresel ısınmaya bağlı doğa felaketleri vb. türünden “doğal” felaketler, aslında aşırı tüketime dayalı bir değer sistemini yerleştiren ve temelinde ekonomik güçlerin kar hırsları olan kapitalizmin eseri. Yani aslında doğanın insana bir şey yaptığı yok. İnsanoğlu öyle bir ekonomik ve toplumsal organizasyon kurmuş durumda ki, artık kendi felaketlerini kendisi üretiyor. Bunun otomatik sonucu, değerler sistemimizin bu maddi gerçeğe uyumlu hale gelmesi ve insanların dünyanın artık daha az güvenli ve daha az öngörülebilir olduğunu düşünmeye başlaması.

Risk toplumu koşulları, insanları sürekli felakete uğrayacakları güvenliksiz bir ortamda yaşamak zorunda oldukları düşüncesiyle dolduruyor. Güvensiz hisseden insanların sevgi, özgüven, iyimserlik ve yapıcılık gibi özelliklerinin öne çıkma şansı yok. Aksine bu ortam kötümserliği ve komploculuğu besliyor. Gerçeklerden kopma eğiliminde ve korkular içinde yaşamaya başlayan paranoyak tip, risk toplumunun ortalama bireyini ifade ediyor. Dünyayı maddi olgular arası neden-sonuç ilişkileriyle değil, gizli örgütler, komplolar, niyet okumalarla “açıklamaya” çalışan bir ruh hali yaygınlaşmış durumda.

Kitlelere sirayet eden korkunun kaynağında teknolojinin nasıl güvenli kılınabileceği hakkında bir fikre sahip olmamak yatıyor. Bu nedenle deprem ya da uçak kazası türünden felaketlerde itirazlar sadece bireysel sorumluluk sahiplerine yöneltiliyor. Uçak pilotunun, teknisyenin, müfettişin, valinin, kaymakamın, mühendisin her birinin her bir felaketlerdeki bireysel hatalarının hesabı elbet sorulmalıdır. Ancak gözden kaçırılan nokta, içinde hareket ettiğimiz ekonomik, toplumsal ve kültürel değer sisteminin yanlışlığı oluyor. İnsan davranışlarının rasyonalitesi, içinde yaşadığımız ve içselleştirdiğimiz değerler sistemi tarafından belirlenir. Herkesin çaldığı, çalmanın “uyanıklık”, “işbilirlik” vb. sayıldığı bir değer sisteminde çalmamak enayilik olarak algılanır.

Büyük bir çelişki bütün dünyada insanlığı giderek daha fazla sıkıştırıyor. Bir yandan insanoğlunun giderek gelişen bilim ve teknoloji sayesinde daha önce kontrol edemediği pek çok şeyi kontrol edebilir hale geldiği bir çağı yaşıyoruz. Diğer yandan bütün bu imkânlar ekonomide ve siyasette son derece dar çıkar gruplarının dizginsiz kar hırsları, emperyalist yayılmacılık emelleri ve iktidarlarını sağlamlaştırma amaçlarına hizmet edecek şekilde kullanılıyor. Bilim ve teknolojinin kamusallığı ile onlar üzerindeki denetimin özel ellere bırakılmış olması arasındaki çelişme, insanlığın başına felaket olarak dönüyor. Uçaklar yapıp uçabiliyoruz ama o teknoloji, birkaç kişinin büyük paralar kazanmasına hizmet eden bir siyasal organizasyon içinde uygulamaya sokuluyor. Çok katlı, hijyenik ve konforlu binalar inşa edebiliyoruz ama siyasal sistem, birkaç müteahhit büyük paralar kazansın, sermaye birikimi hızlansın diye depreme dayanıksız yapılmasına göz yumuyor. Bütün bu olumsuz sonuçlar, insanların kötü olmasından değil, politikacının bekçiliğini yaptığı siyasal sistemin yapısından kaynaklanıyor. Böylelikle büyük teknolojiyi büyük felaket için bir imkâna dönüştürüyoruz.

Yaşanan felaketlerde bizdeki kadar hasara uğramayan ülkeler var. Risk toplumunun sonuçlarından genel anlamda onlar da etkileniyorlar. Fakat bizden farklı olarak, en azından siyasette daha yüksek düzeyde bir kamusal duyarlılık ve akılcılığı hayata geçirmeyi başarıyorlar. Bu her şeyden önce daha yüksek kalitede bir politika anlayışına ve politikacı türüne sahip olduklarını gösteriyor. Bunun dahi insanlığın sorunlarını çözmeye yetmediğinin tartışıldığı bir çağdayız. Ama biz kendi ülkemizde partisinin kısa vadeli çıkarları ile milletin uzun vadeli çıkarları arasındaki farkı ayırt edemeyecek kalitede politikacılarla yol almaya çalışıyoruz.