Saadet Partisi’nin konumu

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Saadet Partisi kıdemlilerinden Oğuzhan Asiltürk’ü ziyareti üzerine basında yapılan tartışmalarda görebildiğim kadarıyla bu olayı kulis bilgilerinin ötesinde analiz etmeye yönelen pek bir çaba olmadı. Bu nedenle üzerinde biraz durmak istiyorum.

Ziyaret sonrası ilk dikkati çeken, Temel Karamollaoğlu’nun verdiği tepkinin düşük profilde kalması oldu. Daha sonra bir soruya verdiği cevapta Cumhur ittifakı kapısını kapamadığı görüldü. Bunun sadece Asiltürk’ün parti tabanındaki itibarından kaynaklanmadığını söyleyebiliriz. Karamollaoğlu’nun üslubundaki yumuşaklığın esas nedeni, partinin izlediği politikalarla tabanın beklentileri arasındaki makas açıklığının yönetim üzerinde gerilim yaratması.

Optimar’ın yaptığı araştırmaya göre, Saadet Partisi tabanında Cumhur ittifakına olumlu bakanların oranı yüzde 33 iken, olumsuz bakanların oranı yüzde 25’te kalıyor. Yüzde 41.7’lik bir kesim ise cevap vermemeyi tercih etmiş. Bunlar Saadet Partisi yönetiminin son yıllarda izlediği siyasetler açısından alarm veren rakamlar. Erbakan’ın siyasi hayatı boyunca izlediği hat, ülkenin milli menfaatlerini öncelemeye ve güçlü bir bağımsızlık vurgusu yapmaya dayalıydı. Milli görüşü ayırt eden kendine özgü özellik, milli bağımsızlık ve kalkınma için öncelikle manevi kalkınma gerektiği şeklindeki İslamcı hassasiyet idi. Ancak “önce maneviyat” diyen hassasiyet, güçlü bir ekonomik kalkınmacılık vurgusuyla paralel ele alınıyor ve onun gerekçelendirilmesine yarıyordu. Saadet Partisi tabanı, bu siyasetlerle biçimlendi. Karamollaoğlu yönetiminin izlediği liberal çizginin tabanda yaygın bir memnuniyet yaratmamasının esas nedeni budur.

Esasen Saadet Partisi, 2002’den bu yana AK Parti karşısında bir mevzi tayini sorunu yaşıyor. 2002’de Recai Kutan liderliğindeki Saadet Partisi’nin oyu yüzde 2.5’e düştü. Parti tabanını AK Parti’ye kaptırdı. 2007’de durum değişmedi, 2011’de kötüye gitti ve partinin oyu yüzde 1.2’ye geriledi. Tabandaki kaymanın ilk nedeni, 2002-2011 döneminde AK Parti’nin izlediği siyasetlerin Erbakan çizgisinin milli niteliğine uygun sanılmasından kaynaklanıyordu. Örneğin sıcak paraya dayalı büyüme balonunun “kalkınma” zannedilmesi, iç siyasette sağ-sol kutuplaştırmasına dayalı söylemin konsolide edici etkisi ve dış politikadaki Davutoğlu’nun stratejik derinlik diye anlattığı müdahil tutumların gerçekte ABD kanatları altında yapıldığının görülememesi gibi. Şüphesiz tabanın bu hazırlıksızlığında, muhafazakâr milliciliğin siyasetlerini din-mezhep perspektifinin ötesine geçebilen gerçekçi bir ekonomi-politik analize dayandıramamış olması ve kamu öncülüğünde planlı karma ekonomi başta olmak üzere kapsamlı bir programa dönüştürememiş olmasının etkisi büyüktü.

Ancak taban kaymasının esas nedeni, bahsi geçen yıllar boyunca AK Parti’nin toplumsal alanda izlediği muhafazakârlaştırma siyasetinin Saadet Partisi tabanında iktidarın bir parçası oldukları duygusunu güçlendirmesi olmuştu.

2014’ten bu yana açılımın bitmesi, ardından FETÖ’nün iktidara el koymaya kalkışması, Türkiye’nin ABD tarafından sıkıştırılmaya çalışılması gibi etkenler, yeni bir siyasal denklem yarattı. Türkiye, Atlantik sistemi tarafından beka sorunu ile yüzleşmeye zorlandı. Vatan savaşının başladığı koşullarda, siyasi güçlerin bir kısmı buna “saray savaşı” diyerek kendilerini “otokrat Erdoğan’a karşı demokrasi cephesi” biçiminde örgütlediler. Tabi Atlantik güçlerinin övgülerine mazhar olmakta gecikmediler. Saadet Partisi bu sürece bir gerilimi omuzlayarak girdi. Erbakan mirası olan milli menfaati öncelemek ile tabanından geriye kalanı AK Parti’nin muhafazakâr çekimine karşı korumaya çalışmak arasında kaldı. Bir bocalama döneminden sonra Karamollaoğlu’nun yönetiminde parti, millet ittifakının en dikkatli konuşan utangaç ortağı konumuna yerleşti.

Ne var ki, Optimar araştırmasının bulguları, parti yönetiminin Atlantikçi muhalefete eklemlenmiş haliyle Erbakancı çizginin kodlarına sahip tabanını memnun edemediğini gösteriyor. Bugün Saadet Partisi, AK Parti karşısında likidite olmadan, örgütsel sınırlarını korumayı başararak Cumhur ittifakına dâhil olabilir mi? Özgün örgütsel ve ideolojik kimliği vurgulamaya dönük çabalardan biri partiden ayrılan nostalji vurgusu oldu. Fatih Erbakan’ın 90’lı yıllara selam çakan partisinin denenmiş ve başarısız olduğu görülmüş yolu yeniden keşfetmeye çalışması bir çözümmüş gibi durmuyor. O halde parti yönetimin önünde bir görev bulunuyor. Türkiye’nin yeni bir döneme, Asya çağına girdiğini, Atlantik döneminin geride kaldığını fark etmek. Siyasal analizleri ve programı güncellemek. Ne demişti Mevlana: ne kadar söz varsa düne ait, dünle beraber gitti cancağızım. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.

Not: Geçen hafta başladığım siyasal ölçüt tartışmasına daha sonra devam edeceğim.