Sağın ve solun bilinci

İkinci Dünya Savaşı sonundan 90’lardaki küreselleşme saldırısının başlamasına kadar, sistem açısından Türkiye’de iç tehdit soldan geliyordu. Sol, Atatürk’e referans vererek tam bağımsızlığı savunuyordu. Bu dönem boyunca sağ ise sola karşı milliyetçi ve muhafazakâr vurgular yapmakla birlikte, batıya bağımlılık ilişkilerini pek sorgulamıyordu. İçten içe bundan rahatsız olsalar da, solun değirmenine su taşımak istemiyorlardı. SSCB tehdidine karşı ABD’nin müttefikliğine sadık, sisteme bağlı idiler. Nitekim 90’larda Türkiye’nin küreselleştirilmesi projesi de ABD kaynaklı olduğu için, başlangıçta sağ partiler buna uyum sağlamışlardı. MHP’nin programında hala o dönemlerin bir kalıntısı olarak hala dünya piyasalarıyla bütünleşme ve özelleştirme türünden hedefler vardır.

80’lerde küreselleşme adı altında milli devlete yönelik güçlü bir neoliberal saldırı başladı. Küreselleşme bu saldırı döneminin adeta kutsal kavramıydı. Milli devleti ve emeğin sosyal haklarını savunan solun aslında muhafazakâr olduğu, liberal sağın (ve ekonomide liberalizme eklemlenmiş yeni muhafazakârların) aslında “devrimci” ve ilerici oldukları iddia edildi.

Sosyal devletin küçültülmesi, bireysel özgürlüklerin genişletilmesi ve dünyaya açılma adı altında yeni olanın savunusu ve değişime çağrı sağdan gelmeye başlamıştı. Dolayısıyla geçmişte solun misyonu gibi gözüken hareket tarzının, şimdi sağdan geldiği, solun ise milli devleti, emeğin sosyal kazanımlarını “muhafaza” etme kaygısı içinde değişimin dışında kalarak tutuculaştığı iddia ediliyordu. Küreselleşmecilere göre artık sağ, sol olmuştu; sol, sağcılaşmıştı.

2000’li yıllarda hem küresel kapitalizmin krize girmesi ve neoliberal ekonominin refah balonunun sönmeye başlaması hem de milli güçlerin ve devletin direnişi yeni koşullar yarattı. Milli devletin erozyonunda “istihap haddi” aşılınca başlayan geri tepme, sağın batı ile ilişkilerini sorgulamasına neden oldu. Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti yetkilileri konuşmalarında emperyalizmden, Türkiye’ye yönelik ABD operasyonlarından vb. bahsediyor. MHP genel başkanı Meclis’teki grup toplantılarında NATO’dan çıkmayı, İncirlik üssünü kapatmayı, ABD’nin müttefik olduğu söylemlerinin bir masaldan ibaret olduğunu söylüyor. 2015’ten bu yana sağ partilerin yönetimi altında izlenen siyasetler, ABD’nin –dolayısıyla sistemin- çıkar ve beklentilerine hiç uyumlu davranmayan bir Türkiye manzarası yaratıyor.

80’lerde kavramların neoliberalizm tarafından yeniden tanımlandığı ideolojik taarruza direnemeyen sosyal demokrasi batıda ve ülkemizde kendisini neoliberal küreselleşmeciliğin “devrimciliğine” uydurabilmek için üçüncü yola dümen kırmıştı. 80’ler boyunca darbe anayasasına, neoliberal otoriterliğe, emek haklarının tasfiyesine karşı insan hakları ve özgürlükler rejimi; yükselen İslamcılığa karşı Cumhuriyetçilik ve laiklik üzerinden baraj kurmaya çalışan sosyal demokratlar, sağın ideolojik hegemonyasının da etkisiyle giderek AB’yi bu taleplerinin garantörü olarak görmeye başladılar. Sosyalizmin siyaset sahnesinden çekilmesi, eskiden beri Atatürkçülüğün batıcılık olarak kavranmasındaki sakatlık ve Kemalizm’den sosyal demokrasiye doğru yaşanan elli yıllık ideolojik dönüşümün yarattığı tahribat, sağın ideolojik hegemonyasına direnmelerini güçleştirdi. Böylece sosyal demokratlar, 2015 sonrası koşullara, Türkiye’nin sistem karşısındaki makas değişimini okumak için gereken zihinsel hazırlığa sahip olmaksızın yakalandılar. İslamcılık tehdidi karşısında yaptıkları laiklik ve özgürlük yığınağı, milli devletin erozyonuna karşı duyarsızlaşmalarını getirmekle kalmadı, milli devletin direnişini okumalarını da güçleştirdi. Bugün sağ kamuoyunda batıya bağımlılığı sorgulama eğilimi güçlenirken, sosyal demokratların bütün güçleriyle batıya bağlılık mesajları vermesi bu yüzden. Atatürk’e verilen referans, onun tam bağımsızlıkçı ve milliyetçi eylemini değil, modernleşmeci, kültürel değişimci eylemini esas kabul etmeye dayanınca, yani Atatürk’ü de tarihsel ve toplumsal içeriğinden kopartarak kavrayınca, bu sonuca varmak kaçınılmaz oluyor.

Gelinen noktada sağ, arkada kalan dönemin sisteme bağlılık müktesebatı nedeniyle henüz tutarlı bir antiemperyalist program geliştirmiş değil. Ne ekonomik ne de siyasal açıdan reel pozisyon alışların ötesine geçecek bir konumlanması yok. Batı karşısındaki tutarsızlığı ve kararsızlığı kadar, milli devletin ekonomik temelini güçlendirecek adımları atmaktaki tutukluğu bundan. Küreselleşme döneminde milli devleti tasfiye edebilmek için onun somut ekonomik temeli olan milli sermayeyi ve her şeyiyle milli olan emeğin bütün kazanılmış mevzilerini yıkmak gerekiyordu. Şimdi ise milli devleti yeniden ayağa kaldırabilmek için milli üretim faktörlerini ve elbette emeği desteklemek gerekiyor. Henüz bunu henüz kavramış gibi görünmüyorlar.

Türkiye’de sağ ve sol birbiriyle mücadele etmiyor. Her iki cenah da kendi eylemi ve bilinci arasındaki açıklıkla mücadele halinde.