Salman Rushdie ya da kurgu aydınlatır (1)
Sıklıkla dile getirmenin ötesinde, bunu birçok yönüyle anlatan kitabımı da yazıp tamamladığıma göre, şimdi rahatlıkla kurgunun neyi aydınlattığından söz edebilirim.
Her okumada karşıma çıkan yeni düşüncelerin bu kitaptaki savımı pekiştirdiğini düşünür oldum.
Savım şu: Kurgu, hakikati gölgeleyen gerçeği de aydınlatır.
Salman Rushdie’nin “Utanç” romanını (birtakım yan okumalarla) okurken, şöyle bir gerçeklik çıkıyordu karşım(ız)a:
Roman Pakistan/Hindistan/İngiltere ekseninde oluşan bir dizi gerçekliği dillendirse de; hemen hemen sınır (ve de uydu) ülkeleri İran’a, hatta Afganistan’a dair hatırlatmalar yapıyordu.
Üstüne üstlük 2001 sonrası yaşanan olaylar, önce 1989’a, ardından da 1979 İran’daki “devrim”e, bir adım ötesi Sovyet-Afgan Savaşı’na (işgali) taşıyordu sizi. 1989’da nihai bir yere varınca ise SSCB de çözülecekti.
“Hakikat”leri hep bir açıdan bakıp değerlendirdiğimizde, olmuş bitmiş gözüyle bakıyoruz. Neden niçinlerini çok da sorgulamıyoruz.
Oysa anlatısal kurgu (salt roman değil, sinema ve tiyatro da) o olup bitenlere farklı bakmayı öğretiyor, gösteriyor bize.
Yalçın Küçük vari bir “komplo teorisi”yle açıklarsak; “İran İslam Devrimi”, Sovyetler’in çözülmesini hızlandırmak, sonraki “yeşil kuşak” projesini yaygın ve etkin kılmak için hayata geçirilen bir ABD projesiydi. Bu çözülmenin teorisyeni Zbigniew Brzezinski’nin yazdıklarına, özellikle de “Büyük Çöküş”te anlattıklarına uzanmamız da yeter.
1953’te İran’da Musaddık darbesiyle dersini alan/veren Amerika, bu kez temkinliydi. İran’ı kendi silahıyla vuracaktı. Buradaki aktörler ise “Mollalar”dı, bunların elindeki güç ise İslâm’dı.
1979, “yeni dünya düzeni”nin ilk halkası ve kırılma noktasıdır. Türkiye bu projenin bir halkasıdır, 1980’deki “12 Eylül” askerî darbesi de bunun göstergesidir.
“Arap Baharı” denen safsatanın işaret fişeğidir, ikiz kulelerin yıkımının çıkış noktası...
Salman Rushdie “Şeytan Ayetleri”ni bunun için yazdı demek ham hayaldir. Ama o, anlatıcı olarak şunu gördü o roman deneyiminden sonra: İslam’la/inançlarla barışarak, ama hiçbir şeyi de tabulaştırmadan yaşamak gerek; yoksa sonrası felakettir, yıkımdır, şiddettir, savaştır, yok ediştir.
Nitekim de onun kurgusal zekâsı/aklı; “Utanç” da dahil, “Geceyarısı Çocukları”, “Soytarı Şalimar” romanlarında bu bakışla hep öne çıktı.
“Geçmişi unutan, onu yinelemeye mahkûmdur,” diyordu Rushdie. Ve şunu ekliyordu: “İfade özgürlüğü yaşamın kendisidir.”
Bir şey daha var ki; onun İslâm üzerine söyledikleri:
“Reel İslâm, hiçbir zaman dünyanın herhangi bir yerinde özgür bir toplum kurmayı başaramamıştı ve tam da benim, bu düşüncenin gerçekleşmesi için çaba göstermeme hiçbir zaman izin vermeyecekti.”
Katılık, dar görüşlülük, aşağılama... Yani indirgeyici tutum dünyayı kaosa sürüklemek için bir yoldu. Bunu da İslâm üzerinden yapmak Amerikan hegemonyası için biçilmiş kaftandı.
Düşünün, İran’ın fundamentalizmin (köktendincilik) baş aktörü olması sonrası, kollarının uzandığı ülkeler (Türkiye de buna dahil) bu konuda sürekli tehdit edilmiş, perde arkasındaki Amerika bunu yaygın ve etkin kılmıştır. Türkiye’de cemaat ve tarikatların güç kaynağına dönüşmesi de bu sürecin bir parçasıdır.
Bu bakış “İslâm düşünce birikimini modernize etme”yi asla istemez. Bizdeki İslamcıların çoğu gibi hamasetten yanadırlar. Çağa, koşullara göre bir İslâm anlayışını reddederler. Laiklik onlar için “düşman” yaratma yoludur.
Türkiye’deki seküler Müslümanlık da onların istediği bir şey değildir.
(sürecek)