Salon Köşeleri, Gülnihal ve vals

Ve perde açılır:

"Yine bir gül-nihâl aldı bu gönlümü

Sîm-ten gonca-fem bî-bedel ol güzel

Âteşîn ruhleri yaktı bu gönlümü

Pür-edâ pür-cefâ pek küçük pek güzel"

Hulki Aktunç girdi araya aldı sözü:

“Kimsenin aklına takılmamış mıdır Gülnihal kimdi? Birileri merak edip de sorduysa, yanıtını alabildi mi?

Gülnihal kimdi? Öğrenmezse çıldıracak. Bu adı taşıyan sesler, ü ve i ve a, ne güzel buluşmuştu birbirleriyle. Ü ve i ve a!Bu sesler, bu seslerle kulağa erişen notalar ne uzun bir hikâye anlatıyordu. O güzelim şarkı kimin için yaratılmıştı.”Yine bir Gülnihal..”

Mamma Anahit dedi ki: “Söylediğin şarkı, bizim buralarda valsin daniskasıdır”

Osmanlı döneminde Hamamizade İsmail Dede Efendi’nin bu müthiş bestesinden söz ediyoruz.

Rivayete göre, Fransız müzisyenler Osmanlı Sarayı’na konuk geldi. İlk konseri onlar verdi fakat ertesi günü Dede Efendi’nin ağır şarkıları çalınacaktı.

Sultan Abdülmecit Dede Efendi’yi çağırıp, “Bugün yapılan eğlenceyi gördün yarın için ne düşünüyorsun?” diye sordu.

Dede Efendi "Hiç merak etmeyin hünkârım" dedi ve bir gecede Yine bir Gülnihal’i besteledi”

Osmanlı’dan bugüne Vals Batı’ya karşı “biz de medeniyiz” söyleminin dayanağı oldu.

Öyle ki Servet-i Fünun döneminin bir bakıma da özeleştirisi olan Salon Köşelerinde romanında Şekip şöyle der:

“Büyük bir itinayla giyindim…. Ne yapayım. Böyle yerlere gidildiği zaman isterim ki bizler de, Türkler de zarafetimiz, tavırlarımız, duruşumuz, terbiye ve nezaketimizle nazarı dikkati çekelim. Bir fesliyle güzel bir kadının vals ettiğini görenlerin bir takdir bakışı ile durup “Şu genç Türk ne güzel vals ediyor!” demelerini arzulardım.”

Fakat şunu belirtelim: Safveti Ziya’nın bu romanında Şekip’in Batı’ya yönelişi bir yaltaklanma şeklinde gerçekleşmiyor. Fakat Şekip yine de bir özeleştiri vermek durumunda kalıyor.

Vals ve balo meselesi Yakup Kadri’nin Ankara romanında da konu oluyor. Yakup Kadri Ankara Palas ile Tacettin Mahallesi’ni kıyaslar. Devrimin durağanlığına karşı nefis bir eleştiridir.

Halide Edip’in Yol Palas Cinayeti’nde, Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye’sinde balolar ve valsler bir simge olarak kullanılır.

Ancak Batı kökenli dansların gerçek anlamda bir retorik olarak kullanımı Faruk Nafiz’in Sanat şiirindedir. Faruk Nafiz Çamlıbel kesin bir ayrım koyar “Sanat” şiirinde. Bu sefer zeybekle bale karşı karşıya gelir:

“Sen raksına dalarken için titrer derinden,

Çiçekli bir sahnede bir beyaz kelebeğin;

Bizim de kalbimizi kımıldatır yerinden,

Toprağa diz vuruşu dağ gibi bir zeybeğin.”

Çamlıbel’in kaygısı Kurtuluş Savaşı’nın ardından Batı eleştirisini aydınların dışına okur yazar kesime açmaktı. Kendi dönemi içerisinde gayet anlaşılır. Türk edebiyatında bu tarz semboller zaten hep kullanılmıştır. Keza Ömer Seyfettin’in “Bahar ve Kelebekler” öyküsü baştan aşağı sembollerle doludur.

Bir not düşmek isterim Tanpınar Doğu-Batı meselesine şöyle güzel bir yorum getiriyor Huzur’da:

"Debussy'yi, Wagner'i sevmek ve Mahur Beste'yi yaşamak, bu bizim talihimizdi"

Gelelim bugünkü tartışmalara…

Peki bugün vals-zeybek -çini-mozaik ekseninde bir Batı eleştirisi yapmak ne derecede sağlıklıdır?

O caz çağını filan çoktan teğet geçmedik mi?

İşte bunun sebebi, bir türlü kurtulamadığımız şekilcilikten geliyor.

Batı eleştirisi yaparken, çürümekte olan ideolojik hegemonyayı ve onun getirdiklerini tartışacak yerde İstanbul Büyükşehir Belediyesi vals gösterisi yapmış bunu tartışıyoruz.

Bugün Batı merkezli post truth’u yani -Yalan Çağı’nı konuşacağımız yerde…

Küresel sermaye ve vakıflar eliyle eşcinsellik dayatmasına çözüm arayacağımız yerde…

Küresel şirketlerin devletleri aşan cirolarını, gümrüklerin nasıl korunacağını, ulus devletin nasıl gelecek yüzyılda ayakta kalacağını, kültür emperyalizmini yenecek nitelikli araçlar yaratmanın yöntemlerini tartışacakken vals, rakı-leblebi ve smokin şekilciliğiyle yaratılan bu sahte rüzgâra kapılmak meselenin özünü kaçırmamıza neden oluyor.

Valsle zeybeği, orkestrayla musikiyi, mozaikle çiniyi karşı karşıya getirerek, bu retoriğe sıkışarak Batı’nın ideolojik hegemonyasını kırmak mümkün değil. Öyleyse Dede Efendi’yi, Osman Hamdi Bey’i hatta Levni’yi bile inkâr etmek gerekir.

Bir diğer mesele bugün hiç kimse giyinip kuşanıp, balolara, konkenlere gitmiyor. Köyde öğrenmediysek zeybek oynadığımız ya da özel ilgimiz yoksa vals yaptığımızda pek söylenemez. Yeşil çiniden kaç kişi heyecanlanıyor, kaç kişi mozaik nedir biliyor o da şüpheli. Başka değerler var artık. Fakat o değerler de durduğu yerde durmuyor.

Son Söz: Batı’yı eleştireceğim diye, valsi zeybeğe, tiyatroyu Karagöz’e düşman etmenin pek de bir anlamı yok.

Bugüne kadar sanatın retoriğe sığmadığı da bir gerçek. Kaldı ki zeybek oynamak veya vals yapmak emperyalizm konusundaki tavrı belirleyen eylemler değil.

Emperyalist Batı’nın acınası yüzü vals gösterilerinde değil, Philadelphia’daki uyuşturucu bağımlılarının görüntülerinde beliriyor.

Pantolonunda iki parmak yırtık(lar)…