Sami Şekeroğlu’na veda

Herhangi bir alanda sıfırdan yola çıkarak uluslararası ölçekte devasa bir arşiv oluşturmak hiç de kolay değildir bu coğrafyada… Hele bu alan sinema ise… Karşılığında ömür boyu törpülenecek bir yaşam talep eder… Yoktan bir şeyler var etmenin ederi de bedeli de budur bu coğrafyada…

Geçen günlerde bu uğurda törpülenen ender yaşamlardan biri daha elveda dedi… Filmleriyle sinemanın tarihini yazanların belgelerini toplarken gün geldi, o da topladığı tarihin bir sayfası oldu…

Sinema tarihimizi yazanların giderek yazdıkları tarihin birer parçası olduğu bir zaman diliminden geçiyoruz. Yitip gidenlerin ne öncesi vardı ne de bundan böyle sonrası…Bir açıdan onların başlatıp yine onların noktaladıkları bir tarih… Kısacası Yeşilçam’ı Yeşilçam yapanlar da birer birer tarih olup gidiyor…

Geçen günlerde yitirdiğimiz çok yönlü bir sinema adamı Sami Şekeroğlu da Türk sinemasına armağan ettikleriyle bu tarihin tam orta yerinde duranlardan biriydi. Deyim yerinde ise, bir dönemin Güzel Sanatlar Akademisi’nin merdiven altında birkaç arkadaşıyla kurduğu “Kulüp Sinema 7”den sonrasında kendi adını taşıyan uluslararası bir üne sahip devasa bir arşivi/müzeyi oluşturdu.

Atılan, satılan, yıkılan ya da herhangi bir nedenle yok edilen her bir filmi, tek tek, kutu kutu toplayarak, bugün bile birkaç kurumun birleşerek oluşturmaları mümkün olamayacak bir mucizeyi gerçekleştirdi.

Elbette ki yoktan bir şeyleri ortaya çıkarmak sanıldığı gibi pek kolay değildir. Olanaksızlıklar, bürokratik engeller, bir eğitim kuruluşu içindeki hizipler, ihbarlar, jurnaller, I. Sinema Şurasından sonra sinemadaki yol ayırımından sonra ortaya çıkan ulusalcılar ve de Sinematekçiler arasındaki kavgalar vs….

Onun için sevenleri de oldu Şekeroğlu’nun, arşivdeki paylaşımındaki çekingenliğinden ötürü sevmeyenleri de… Ancak arşiv konusunda yaptıklarını inkâr eden hiç kimse.

Sami Şekeroğlu arşivciliği kadar eğitimci yanıyla da öne çıktı. Ve birçok öğrencinin yetişmesinde önemli katıkları bulundu. Yeşilçam’a olan ilgisini ve de sevgisini yalnızca filmlerin toplanıp arşiv olunmasıyla sınırlı tutmadı, bu alanın başta Lütfü Ömer Akad, Metin Erksan, Halit Refiğ, Duygu Sağıroğlu, İlhan Arakon vs ve diğer sinema insanlarıyla eğitim alanında yararlanma yolunu seçti.

Bir bakıma Türk sinema sektörünün eleman yetiştirilmesi işlevini yüklendi. Ve bu alanda da sinemamıza hatırı sayılır katkılarda bulundu.

Sinemadaki kişisel yolculuğumda onunla çok defalarca kesişti. Farklı gruplarda olmamız aramızdaki ilişkiyi hiçbir zaman bozmadı ama hep düşman kardeşleri oynadık. Zaman zaman tartıştık, darıldık ve barıştık. Ancak kimi sorunlarda yan yana gelerek aynı safta yer aldık.

Farklı düşüncelere sahip olmamız hiçbir zaman birbirimize olan güveni zedelemedi. Aksine güçlendirdi. Son yılarında kitabını yapmamı istedi ve uzun bir süre birlikte çalışma olanağını yakaladık. Ayrıntılı bir yaşam öyküsünü uzun uzadıya anlatıp, dönem kavgalarını birlikte tartışıp kaleme almaya çalıştık vs….

Sonrası…. Ne, arşiv ve eğitim uğuruna törpülenen yaşamın finaline denk düştü, ne de vefa denilen o bilinen duruma…. Her şey bir anda olup bitti… Yıkım; ömür boyu hazırlıklı olduğu dışardan değil de içeriden geldi.

Hiçbir şey yapamamanın çaresizliğini ve de savunulmasını yaşlılık ve hastalık dönemine denk düşen tekerlekli bir sandalyenin kahrolası tutsaklığı içinde izledi… Bir ömür yaptıkları her bir şey, birkaç hafta içinde gözlerinin önünde teker teker, parça parça yok olup gitti… Mükafatlandırmayı bekleyen yaşamanın son kertesinde onca acısını çektiği hastalığa değil de, bağışlanması asla mümkün olmayan bir vefasızlığın kurbanı oldu.

Farklılıkların kesiştiği yerlerdeki kimi yaşamlardan biri sonlandığında geride kalanların geçmiş yaşam kurgusundan da bir şeyler eksilip yarım kalıyor. İşte o zaman ne geçmişin kavgaları ne de küskünlükleri yarım kalan dostlukları bitirmiyor, aksine daha da anlamlı bir konuma gelmesini sağlıyor. Sanırım hayat böyle bir şey…