Sanal milliyetçiliğin hazin sonu

Milliyetçilik dünyanın her yerinde geçmişten gelip geleceğe uzanan değerler silsilesidir. İnsanlığın gelişme sürecinde keşfedilen, toplumları ileri doğru sıçratan sosyal bir olgudur. Birdenbire ortaya çıkmaz. Bir süreçtir. Sosyolojik olarak koşullar oluştuğunda ayak seslerini duyarız. Ama toplum bu fikriyatı geliştirecek kuramcılar, önderler yetiştirememişse, potansiyel bir varlık olarak bir yerlerde beklemeye devam eder. Osmanlı’nın her döneminde Türk vardı. Ama müşterek vicdanda bir Türk fikri olmadığından, Türk milliyetçiliğinden bahsedilemezdi.

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN KÖKLERİ

Osmanlı’nın son dönemlerinde Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, Zeki Velidi Togan, Mehmet Emin Yurdakul gibi ilk Türkçü düşünürler, Türk milliyetçiliğinin kuramsal (teorik) altyapısını hazırladı. Milliyetçilik toplumcu içeriği ile halktan ve ülkenin değerlerinden hiçbir şekilde kopuk değildi. Tarla yeşermeye başlamıştı. Ancak devrimci bir önder olmadan ürün almak, hasadı toplamak neredeyse imkânsızdı! Tartışmasız olarak milliyetçiliği topluma mal eden şahsiyet Mustafa Kemal Atatürk’tür. Bu nedenle Atatürk, gelmiş geçmiş en büyük Türk milliyetçisidir.

Atatürk, milliyetçiliği birleştirici, kaynaştırıcı siyasi bir unsur olarak gördü. Türkçü kuramcılarla yakın ilişkiler kurdu. Türk milliyetçiliğini dar bir alana hapsedecek ırki yaklaşımdan hep uzak durdu. Çünkü imparatorluktan ulus devlete geçme aşamasında bir millet ortaya çıkmalıydı. Bu nedenle, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” ifadesi ile bu yöndeki düşüncesini en özlü şekilde ifade etti. Türk milliyetçiliğinden Türk milletine geçme sürecinin altyapısını hazırladı.

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN İNTİHARI

Atatürk’ün ebediyete intikalinden sonra her şey değişmeye başladı. İkinci kuşak önder ve kuramcılar kendi öncelleri gibi dirayetli ve yetkin değildi. Batı emperyalizminin etkisiyle Türk milliyetçiliğine, maalesef ırkçı öğeler eklendi. Batı’nın iki hedefi vardı. Birincisi, Türkiye’yi kullanarak Sovyetler Birliği ve Çin’deki Türk kökenli etnik grupların kışkırtılmasıydı. İkincisi ise ırkçı temaları kullanarak birleştirici Atatürk milliyetçiliğini zayıflatmaktı. Her fanatizm karşıtını doğuracağından bunu ileride etnik kargaşa yaratmak için kullanacaklardı.

Üçüncü kuşak önder ve kuramcılar daha da geri bir mevziye çekildi. Bu kez Türk milliyetçiliğini ABD’nin Yeşil Kuşak Planı’nın bir parçası yaptılar. Asya bu kez emperyalist ülkeler tarafından İslami öğeler kullanılarak karıştırılacaktı. Türk milliyetçiliği aniden “Türk-İslam Sentezi”ne dönüşüverdi. Bulunan slogan da çarpıcıydı: “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman!” Doğal olarak bu bir çıkmaz sokaktı. Gökten gelen Allah’ın emirlerine karşı Türklük fazla direnemedi. Aslı varken kimse taklidine tenezzül etmezdi! Milliyetçiler (!) sonunda teslimiyeti bir sloganla taçlandırdılar: “Kanımız aksa da zafer İslam’ın!”

KAÇINILMAZ MUKADDERAT

Bundan sonraki süreç, kaçınılmaz olarak sanal milliyetçilerin tasfiyesi ile sonuçlanacaktı. Tarihi köklerinden kopan, adeta boşlukta uçuşan bu grup ideolojik açmazları nedeniyle gövdesinden çatırdadı ve ikiye bölündü. Oysaki mevcut koşullarda küresel sistemin tıkanması nedeniyle dünyanın her yerinde milliyetçiler güçleniyordu. Her iki grup da durumun vahametini bildiğinden koltuk değneği aramaya başladı.

Ayrılan iyilik sağlık grubu Batı’nın şemsiyesi altına girerek, yeni ve anlaşılmaz söylemlerle siyaset yapmaya başladı. Batı’dan aldığı övgülere bakarak rotasını izliyoruz. Tarihi tekerrür ettirme çabalarında ne denli başarılı olacağını hep birlikte göreceğiz. Kalan parça ise gidecek bir liman bulamadı! Manevra alanı kalmamıştı. Beyaz bayrak çekerek teslim olmayı tercih etti. “Kimse bizim karşımıza Türklük ile çıkmasın! Biz her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına almış bir iktidarız!” diyen bir zihniyetin insafına sığındı. Çok yazık! Böyle mi olmalıydı? The End