Sandım ki Cennete düştüm!

Büyük Türk ressamı İbrahim Balaban’ın 100. yaş günü kutlu olsun. Türk devriminin en hareketli günlerinde, 1921 Yılının Ocak ayında doğan Balaban iki yıl önce bu dünyadan geçti, resimleriyle kurduğu o sonsuz dünyaya usulca süzüldü gitti. Onun renkli, erdemli, derviş, militan ruhu şimdi kendi resimlerindeki sonsuz yaşama sevinci, bitmez hayat enerjisiyle dopdolu, bütün insanlığa mücadele çağrısı yapıyor.

Balaban’ın benzersiz resimleri gönlü bütün, vicdanı pak herkes için bir davettir: Tablolarının her biri birer büyülü kapıdır, aç ve içeri geç. Güzelliklere, yiğitliklere buyur. Siz de herhangi birini açıp bozkırdan, bağdan, bahçeden, grev çadırlarından, insan macerasının ruh derinliklerinden içeri süzülün. Sizi gülerek, kucaklayarak, sevinç içinde coşkuyla karşılayacaktır.

Balaban iki yıldır bütün insanlığın önüne serdiği o büyülü bahçede yaşıyor. İnsanlığa armağan ettiği gönül konağında geleni gideni karşılıyor, yedirip içirip ağırlıyor.

Yıllar önce Demirtaş Ağabey’le (Ceyhun) birlikte, Nişantaşı’nda bir sergisinin açılışına gitmiştik. İstanbul’un isli, puslu bir kış akşamından sıyrılıp sergi salonundan içeri girer girmez Balaban baba, kocaman gülüşüyle bizi karşıladı: “Hoş geldiniz yahu. Baş üstüne geldiniz arkadaşlar!”

Ben ortamdan, resimlerin ışığından büyülenmiş haldeyim. Elini omuzuma koydu, “Söyle şair, resimler için bir de şiir konuşsun bakalım!” dedi. Hiç düşünmeden ağzımdan şu sözler çıktı: “Sandım ki Cennet’e düştüm!” Bu sözler çok hoşuna gitti. Yüzü aydınlandı. Ressam Baba hemen sergiyi gezenlere döndü ve davudi sesiyle: “Hoş geldiniz Balaban Cennetine arkadaşlar! Buranın Cennet olduğunu ben söylemiyorum, Şair söylüyor! İşte kendisi burada!”

Şimdi Balaban kendi elleriyle, yüreğiyle, bilinciyle yarattığı, içine bütün insanlığı buyur ettiği Cennetinde dolaşıyor, ortaya koyduğu büyük sanatçı hayatı, güzellikleri, yiğitlikleri çoğaltmaya devam ediyor. Türk resminin büyük ressamı Balaban’ı iki yıl önce bedenen kaybettik belki, fakat insanlık onun aleme yayılan ruhunu kazandı.

Şunu açık yüreklilikle söyleyebilirim. Balaban İspanyolların büyük ressamı tıpkı Picasso gibi, Hollandalı ressam Van Gogh gibi büyük Türk ressamıdır. Çünkü Balaban da Picasso gibi, Van Gogh gibi sanatçıları büyük yapan yasanın dört maddesine de fazlasıyla uygun büyük bir sanatçıdır:

1. Balaban’ın yaratma cesareti yüksektir, çünkü anasından ressam doğmuştur. O nedenle de sonsuzca özgündür.

2. Balaban Türk resminde yenilik yapmıştır. Akademik eğitimi “Nazım Hikmet Akademisi”nden başlayıp sürdürerek fazlasıyla edinmiştir. Hem içerik, hem de biçimsel alanlarda Türk resmine katkı yapmıştır.

3. Balaban Türk milletinin büyük mücadelesinde hep yanında olmuştur. Bunu tablolarında yansıtmıştır. Onun yaşamı ülkesine, insanlığa büyük bir adanıştır.

4. Balaban bütün yaşamınca örgütlüdür.

Bu demektir ki Türk Ressamı Balaban dünyanın büyük ressamlarındandır. Üstelik Balaban bu alanların hepsinde sonuna kadar cesurdur, cesareti yüreğinden gelir. Aklının eksiğini yüreği tamamlar. Yüreğinin coşkusu aklını peşine takar, maddi dünya orada büyülenip genişler.

Gelin Ressam Babayı 100. Doğum yılında kendi üslubuna uygun biçimde selamlayalım:

Anasından ressam doğmuş ressam kim? Balaban!

Resimde yenilik yapmış ressam kim? Balaban!

Her zaman mücadele etmiş ressam kim? Balaban!

Her zaman örgütlü yaşamış ressam kim? Balaban!

Büyük Türk Ressamı Balaban’ın 100. Doğum yılın insanlığa kutlu olsun.

Balaban’ın kurduğun sanat Cennetinde iyilik içindeyiz. İyi ki varsın Ressam Baba! Gelin şimdi, 90. Yaş günü için yazılan şiiriyle onu yâd edelim:

BALABAN USTA'YA 90. YIL YAZITI

Balaban Usta’ya 90. Yıl yazıtı

Ol dedi İbrahim, aslı Balaban.

Yarım kulaç bezin üstünde başladı zaman,

Türlü canla doldu boş mekan... Ol dedi!

Işığın belinden doğruldu insan;

Göğe yapışmış, demire yapışmış ve bin belaya.

Ol dedi İbrahim, nesli Balaban.

Bir avuç toprağın göbek bağında döndü saban.

Mermer baş güldü, kilimde üveyik yürüdü,

Sözlendi yerden biten, kilde sürünen;

Ateşe yapışmış, suya yapışmış ve ulu sevdaya.

Bereketin davulu vurdu, hey!

Boylandı çocuk, Söğütlü kadının topuğundan.

Fışkırdı kendi dibinden, doksan kez,

Cennetten taşıp Cehennemi söndüren töz.

Görmeğe acıkmış gönül, görsündü doya doya.

Yakalar oracıkta sancılı hayatı,

Tarihin kayasından koparılmış, aletin sadakatiyle.

İniler cevizler, cevizlerde sızılanır bal arıları,

Taşlaşan Hitit çiçekleri salınır nazla…

Dünya adaleti için direnen mevzilerdir onlar.

Genç savaşçı vuruşmaya hazır,

Erdemli köylü, hırçın maden işçisi; ol Yunus’tur.

Akademiyi katlı mendil gibi cebine koymuş,

Renk sürtmüyor, ışık sürtüyor betona.

Anlamaya acıkmış göz, açılsındı dola dola.

Vahşiyle anlaşıyor, öz öze geliyorlar;

Sakinleşiyor aslanağzı, fildişi, çiyan yeşili...

Göz dinliyor pigmentler, enerjik ejderha tohumları.

Tarlada baygın ekin, yaz günü esrik kırağı

Doluyor haznesine çeşmenin, içilsindi kana kana

Bir de arzı taşıyan hilal boynuzlu boğa,

İnsana adanmış, gözü tok, altından öküz yüreği,

İçinde kibir yok, görev boyunduruğudur.

Derine inen bronz kol, yeraltı mülkünü çıkarır.

Hiç bunlara boya diyebilir mi insan?

Gök Tanrı, diz dayayıp yeri döllemiş.

Tarlayı sürüyor Balaban, kadın seviyor süreni,

Nasıl da serpilmiş doğanın bebekleri.

Gündoğumu bir aşk döşeği gibi hazırlanmış.

Hiç bunlara boya diyebilir mi insan?

Sanatçı kuşanıyor silahlarını, meydan okuyor.

Eskilerden sürüp gelen iç buyrukla,

İşe koyulur hemen bir çift emekçi: Eller!

Kır yükselecek yerden, yere indirilecek burçlar.

Ne mutlu o İlaha ki, Balaban gibi oğlu var.