Savaşın gölgesinde film festivali

Savaş ve festival. İlk bakışta birbirleriyle çakışan, örtüşmesi olanaksızmış gibi gözüken iki kavram. Bir yanda havada uçuşan füzeler, diğer yanda beyazperdeye yansıyan filmler. Korku, heyecan, ateş ve sanat bir arada.

Bu yıl otuzbirincisi yapılan Jerusalem (Kudüs) Film Festivali böylesine bir ortamda başladı ve bugün bitti. Festivalin açılış gününde ilk söz, filmler değil de, sirenler çaldığı zaman ne yapacağımız, nereye nasıl gidebileceğimiz anlatıldı. Ve festival süresince de birkaç kez böylesine bir durumla karşı karşıya kalındı. Festival süresince ne füzeler durdu, ne de filmler. Savaşla sanat birbirleriyle adeta garip bir yarışın içine girdi. Bazen filmlerdeki heyecan ve korku yaşama, bazen de yaşamdaki tedirginlik festivale yansıdı.

Festivale gelince, daha önceden duyurulan program hiç aksamadan, ilan edildiği gibi sürdürüldü. Film gösterileri ve yan etkinliklerin dışında dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen sinema yazarları için özel olarak yapılan kent içi turlar, koruma eşliğinde de olsa hiç aksatılmadı.

Füzelerin atıldığı, sirenlerin çaldığı, TV'lerin savaşla ilgili sürekli programlar yaptığı Kudüs'te otuz yıllık geleneği olan bir festivalin ertelenmemesi, elbette ki, sinemaya verilen önemin ötesinde, bu tür bir yaşamı kanıksamaktan da kaynaklanıyor.

Festivale yabancı konukların dışında halkın da büyük bir ilgi göstermesi bunun somut bir örneği.

FESTİVALDE İKİ TÜRK FİLMİ

Bu yıl Jerusalem Film Festivali'nde biri yarışmada, diğeri ise özel gösterimde iki Türk filmi vardı. Özgürlük teması üzerine yapılan yarışmada Hüseyin Karabey'in son filmi "Sesime Gel" gösterildi. Bir Kürt ailesinin karşılaştığı sorunları sert uçlu bir bakışla ama naif bir sinema diliyle anlatan film ayrıca görsel estetiğiyle de ilgi çekiyor. Aralarında Zeynep Özbatur'un da bulunduğu bu yarışmanın üç kişilik jürisi, bakılım bu filme ne kadar şans tanıyacak. "Sesime Gel" filminin tek şansızlığı ise gösterim saatinin Dünya Kupası finaliyle aynı ana rastlaması oldu. Jerusalem Sinematek'inin büyük salonunda bu film gösterilirken, bahçesinde ise Dünya Kupası'nın finali izlendi. Yine de Sinematek'in büyük salonunda azımsanmayacak sayıda seyirci vardı.

Özel gösterimdeki diğer Türk filmi ise genç yönetmenlerimizden Hakkı Kurtuluş ile Melik Saraçoğlu'nun yönettiği "Gözümün Nuru" idi. Oldukça ender rastlanan bir göz hastalığına yakalanan sinema tutkunu bir gencin, hastalık sürecinde yaşadıklarını kendi bakışından anlatan film, festivalin en çok ilgi gören yapımlarından biri oldu.

Festival sürecinde izleme olanağını bulduğumuz; İsrail yapımları ise bizim 70'li yıların sinemasına egemen olan melodram türünün örneklerini anımsatıyordu.

Çok sayıda yabancı sinema adamının izlediği festivale halkın ilgisinin de savaş ortamına rağmen büyük olduğunu söylemeliyim. Bunu, halkın bu olağanüstü ortama alışkanlığına bağlayabildiğimiz gibi, korkularını ve tedirginliklerini sanatla hafifletmesi olarak da yorumlayabiliriz. Bir diğer ilgimi çeken şey ise İsrail'de en çok satılan pet şişe suyun, İsrail'e "su bile vermeyiz" diyenlerin sahip olduğu bir su şirketine ait olması. Galiba, ne sanat ne de ticaret savaş filan dinlemiyor...