Sessiz ve de sakin bir ayrılış daha

“...SEYİRCİ sevince seni içine alır... Bunun en büyük örneği de Adile Hanım’ın cenazesidir. Ben o cenazede sevginin resmini gördüm.” demişti Halit Akçatepe... O da 2017’nin 31 Mart’ında yaşamını yitirdi. “Benim ne kadar sevildiğimi cenazemde görürsünüz” diyen sanatçı hiç yanılmadı. Adile Naşit’in cenazesinde görülen “sevginin resmi” bir kez de onunkinde yinelendi... Sevgi, bir sel olup, akıp gitti... Ama ne var ki her sanatçının cenazesi böyle olmuyor... Bazen hüznün, yalnızlığın, unutulmuşluğun ve de vefasızlığın da resmi çıkıveriyor. Fikret Hakan’ınkinde olduğu gibi...

GERÇEK EFSANEYDİ

Yeşilçam’dan her yıldız kayışında bir efsane daha gitti diyorduk. Ama gerçek efsane gittiğinde ise farkına bile varmadık. Kimilerinkinde efsanesiz sinemanın nice efsaneleri gidiyor diye ağıtlar düzerken, gerçek efsanenin gidişinde niye bu denli sessiz ve de edilgin kaldık?
Laf gelişi değil, gerçekten, içten ve de samimi söylüyorum “koskoca” sözcüğünü, evet, koskoca Fikret Hakan’ın ardından kaç yazı çıktı derseniz... Çoğu sinema yazarının beğenmediği, burun büktüğü Hıncal Uluç’unkinden, Hayati Asılyazıcı ve birkaçı dışında... Arasak da yok...
Ya cenazesine katılanlar... O da bir başka hüzün... Elbette ki bir insanın sevilip sevilmemesi ile saygınlığı cenazesine gelenlerin sayısıyla asla ölçülemez. Ama yine de, o kimilerinin cenazelerinde görülen “sevginin resmini” arıyor insan... Kimilerini -ve bunu gerçekten hak edenleri- bu resmi görmeden uğurlamak, inanın koyuyor insana...
Amacım ne -oldukça sevimsiz bir konu olan- cenazelerin kalabalıklarını karşılaştırmak, ne de birilerinin nankörlüğünden, vefasızlığından yakınmak... Ama yine de insan, “sevginin resmini” göremeyince üzülmeden ve düşünmeden edemiyor.

DÜŞ ŞATOLARININ KAHRAMANI

Koskoca Fikret Hakan dedik. Biraz onun içini doldurmak gerek... Meraklısına bir tuş uzaklığındaki yaşam öyküsünden, filmlerinden, ödüllerinden ve de sinemamızdaki yerinden söz etmeyeceğim. Bilen bilir... Ayrıca her tanınmış sinema sanatçısı öldüğünde filmlerinde canlandırdığı karakter adlarıyla da örtüştürüp Keşanlı’nın Ali’si, Yılanların Öcü’nün Bayram’ı, Üç Arkadaş’ın şusu ya busu gibi geleneksel ve retorik sıralamayı da yapmayacağım... Yalnızca bir şeyi söyleyeceğim: Fikret Hakan, bizlere düş şatolarının karanlık salonlarında sayısız filmler armağan eden, sahipsiz ve de yalnız bir sektör olmanın, daha doğrusu sektör olamamanın tüm bedellerini ödeyen ve kimilerine ödeten bizim sinemamızın, yani Yeşilçam’ın yaşayan ve bilen birkaç tanığından biri, belki de en önemli kahramanlarındandı.

BAŞYAPITLARIN OYUNCUSU

Fikret Hakan ne jön ne de stardı. İkisinin arasına sıkıştırılıp adı konmamış, sinema literatüründe tanımı yapılmamış bir yerdeydi. Yani biraz jön üstü, biraz da star altı denen bir yerdeydi. Jön üstüydü; çünkü Türk sinema tarihinde çizgi üstü ve başyapıt düzeyindeki filmlerde Tarık Akan’la birlikte en fazla rol alan bir sanatçıydı. Star altıydı, çünkü tecimsel amaçlı, yığınlara seslenen filmlerin oyuncusu ve adamı hiç olamadı değil, olmadı...
Başa dönelim... Böylesine sessiz sedasız aramızdan ayrılıp gitmeyi hak etti mi? Hiç sanmıyorum... Ama onu uğurladığımız sevgi pazılında bir şeyler eksik kaldı... Bu eksikliğin bedelini yalnızca vefasızlık toptancılığı ve kolaylığıyla birilerine, sektöre, sanatçı arkadaşlarına, seyirciye vs ödetmeye yeltenmeyip başka yerlerde de aramak gerek...
Her neyse... Beni her gördüğünde, “biz ihtiyarlamıyoruz, yalnızca yaşlanıyoruz...” derdi. Ölüm kapıyı çaldığında ne fark eder ki...