Sevgililer Günü

Eşimize, dostumuza, sevgilimize, kısacası hepimize dışarıdan müdahale ederek nasıl davranmamız gerektiğini söyleyip duruyorlar. Zorlamalarla duygularımızı sevk ve idare ediyorlar. Büyük firmaların, devasa reklam kuruluşlarının etki alanına giren bizler büyük bir tüketim çılgınlığının çıkmazında debelenip duruyoruz. Sevgililer Günü’nden bahsediyorum. Tabi bunun yanında Anneler Günü, Babalar Günü, Kediler Günü vs. uzayıp gidiyor bu günler silsilesi. Kredi çekerek pahalı hediyeler alan mı dersiniz, eşinden dostundan borç para alarak hediye almak için olağanüstü çabalayanlar mı? Fakat her şey gibi buna da alıştık ve artık bu hediye alma çılgınlığını eskisi gibi yadırgamıyor, internette ya da alışveriş merkezlerinde cansiparane hediye ararkenki halimize şaşmıyoruz bile.

Önüne kapılıp gittiğimiz bu selden bir STK olarak nasıl bir toplumsal fayda üretiriz, hangi farkındalık çalışmasıyla bu özel günlere farklı bir bakış açısı önerebiliriz diye düşünürken yanıbaşımızda bu tip özel günlere ihtiyaç duymadan var olan, salt sevgiden ibaret, yalansız, riyasız bir aşk hikayesini fark ettik. Hazal ve Mustafa’nın aşkları. Hazal ve Mustafa down sendromlu iki genç. Sevgilerini en doğal haliyle yaşıyorlar. O kadar mutlu oluyorlar ki birbirlerini gördükleri zaman, o anki hallerini kelimelerle ifade etmek mümkün değil. Bu gençlerimiz için bir sürpriz yapalım 14 Şubat’ta başbaşa bir yemek yemelerini sağlayacak bir organizasyon yapalım dedik. Yaptık da. Onlar masada yemek yerken bizler de uzaktan gözcüleri olduk. Mutluluklarını öyle güzel yaşıyorlardı ki kendilerini gıpta ile seyreden insanları görmediler. Öyle pahalı hediyeler almamışlardı. Bir tek çiçek yetmişti onlar için. Minik kahkahaları, birbirlerini mutlu etmek için yaptıkları jestler, ellerini tutarken yaşadıkları romantizm görülmeye değerdi. 14 Şubat’ın farkında bile değillerdi. Herkesin düşünmeden kapıldığı içi boş sevgi gösterilerinin yanında, onların sevgide olması gereken içtenliği teklifsizce yaşamaları diğerlerinin ne kadar gereksiz şeylerle uğraştığını hatırlattı bize.

SAĞLIK OCAĞI

Pazartesi günü hayatımda ilk defa bir sağlık ocağına gittim (Şimdiki adıyla Aile Sağlık Merkezi). İki katlı prefabrik bir binada faaliyet gösteriyor burası. Binadan içeriye girdim. Duvarda üst kattaki odaları işaretleyen yön tabelasına baktım, üçü muayene odası olmak üzere vatandaşların kullandığı altı oda var. Yine o malum kâbus buldu beni. Doktorum bir üst kattaydı ve binanın asansörü yoktu. Haliyle buraya engelli ve yaşlı yurttaşların çıkması mümkün değil. Rica minnet doktorların ve diğer görevlilerin aşağıya inmesi gerekiyor. Oğlum yukarıya doktorun yanına çıktı, bir müddet sonra yanında doktor ile geldi. Doktor, Hipokrat yeminindeki “hastaları memnun etme, insan hayatına mutlak surette saygı gösterme” ilkesinin haklı bir temsilcisi olarak, alçak gönüllülüğü ve gülen yüzü ile beni müthiş rahatlattı. Ama ne var ki engelliler sağlık ocaklarında bu hallere düşmemeli, onlara öz güvenleri kırılmadan doktorun odasına erişebilecekleri değişiklikler sağlanmalı. Sağlık ocaklarına ait binalar işlevleri açısından küçük binalar. Eleştirirken bu durumu dikkate almalıyız şüphesiz. “Makul düzenleme” ilkesini göz ardı etmeden bu binaların engelli erişimine uygun hale getirilmesi mümkün olabilir. Öyle mühendislik harikası bir düzenlemeden bahsetmiyorum. iki katli binaya bir asansör yapmanın külfeti ne olabilir ki?

Yakınlıkları dolayısıyla daha çok yaşlı vatandaşlara hizmet veren sağlık ocaklarındaki asansör ihtiyacı bu yüzden de çok elzem bir ihtiyaç. Sağlık Bakanlığı devasa şehir hastaneleri yapımıyla fazla meşgul olduğu için böyle “küçük” sağlık kuruluşlarını yeterince göremiyor sanıyorum.