Sevinç Pastanesiz İzmir...

İzmir aklıma düştüğünde Pasaport’taki imbat esintisi, iskelede Karşıyaka vapurunu bekleme heyecanı, Kemeraltı’ndan Tilkilik’e doğru yürümek heyecanı ve bir de gidip Alsancak’ta Sevinç Pastanesi’nde soluklanarak çayın buğusu, kahvenin kokusu, lezzetli pastalarının kurabiyelerinin tadı arasında okuyup yazmayı özlerim.

İzmir denince beni bu yerlerle, bu kentle tanıştırıp buluşturan Attilâ İlhan’ı, Tarık Dursun K.’yı hatırlamadan edemem bir de.

CALVİNO’YLA GÖNÜLDEŞ

Yalnız, Sevinç Pastanesi bu iki insana bir üçüncüsünü de ekletti bana: Italo Calvino!

Bundan birkaç yıl önce, “Calvino, Ruhum Benim” adını verdiğim kitabımı yazmaya bu mekânda başlamıştım. Öyle ki; benim İzmir seferlerim artmaya başlayınca, Sevinç “yazı-hane”me dönüşmüştü artık. Garsonların tanıdık bakışları arasında kendimi saklamadan yazar, okurdum.

Üstelik, bir gün, Çeşme’de Dalyan’da buluştuğumuz, onun Görünmez Kentler’inin çevirmeni ve Türkçedeki ilk tez hazırlayanı Işıl Saatçıoğlu’na bunu anlattığımda; “O da bir Akdenizli, unutma”demişti.

Evet, Akdeniz Ege’den, İzmir ise benim için Sevinç Pastanesi’nden başlardı. Orası kentin kalbiydi, oradan açılırdınız bütün İzmir’e. Ve her İzmir’e gelişimde, elim kanda olsa ne yapar eder yolumu buraya düşürürdüm. Ve mutlaka çantamda Attilâ İlhan, Tarık Dursun K. kitabıyla bir Calvino çalışma defteri ve kitabı bulunurdu.

BELLEK DARALTISI

Burada okumayı, yazmayı; hatta bazı buluşmalarıma mekân kılmayı severdim.

Bu son gelişimde de, ateş alırcasına Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nden geçmiş, Sevinç’te bir mola verip Konak Belediyesi’ne, oradan Kent Müzesi’ne gitmeyi düşünmüştüm. Tam da köşedeki kuruyemişçiye varınca, Sevinç’in bulunduğu mekânın vitrinlerinin kapandığını, kiralık afişlerinin asıldığını görmeyeyim mi! Bir yanlışlık olmalıydı! Biraz daha ilerleyince emin oldum, evet, kapanmıştı.

Donakalmıştım!

Birini kaybetmiş gibi şaşkındım!

Birilerine, “ne oldu” diye sormak istesem de; vazgeçmiştim. Kim anlayabilir, ne anlatabilirlerdi ki bana.

Yoluma devam etmek üzereyken, eskiden bakkaliye olan yere gözüm ilişmişti. O dar alanda “Sevinç Pastanesi” çıktı karşıma bu kez. Bir vitrinlik yere sıkışıp kalmıştı demek... Yer değiştirmişti; ama küçülmemiş, daraltılmıştı.

Gidip oturmaya içim el vermedi. Şöyle bir bakınıp geçtim. Tanıdık garsonlar yoktu. Kasadaki genç kadın aşina bir yüzdü. Ama konuşmadım, ne oldu diye de sormadım.

CUMBASIZ İZMİR

Konak’ta, Belediye’de kültür bölümündeki arkadaşlarla buluştuğumda ilk sözüm şu olmuştu: Yerel yönetimler simgesel mekânlara sahip çıkmalı. Bunlar toplumun “hafıza mekânları”dır, öyle kolay kolay el değiştirmemelidir... desem de; umarsızlıkla bakmışlardı bana.

Bir dostuma açıldığımda, “Reyhan var ama” dese de; “Sevinç başka,” demiştim. Orada İzmir’in 1957’den beri ruhu, insanların anıları daha çok, yoğun sanki, diye de eklemiştim.

Yazdıkça var olan İzmir olmamalı yalnızca. Yaşadıkça var olan İzmir’i korumalıyız ki; yazılabilecekler çoğalsın. Yolu Sevinç Pastanesi’nden, Alsancak’tan, o cumbalı evlerin yer aldığı sokaklardan, Pasaport’tan, Tilkilik’ten geçmeyenin İzmir’i anlaması / anlatması mümkün değil.

Bilmiyorum farkında mısınız; aslında büyümüyoruz hiç; küçülmüyoruz da, doğrudur. Ama daraltılıyoruz giderek... Sıkıştırılıyoruz bir yerlere.

Bunun farkında mısınız peki?

Yarın Sevinç Pastanesi o dar yerinden de çıkıp gidecektir, tıpkı hayatımızdan diğer çıkıp gidenler gibi. Sonrasında avunacağımız zamanımız bile olmayacak. Bu aymazlık o kentin yerel yönetimlerine yeter de artar bile. Söylemesi benden.