Seviyorum Temmuz

Nasıl sevmem, bir kere yaz, yazın ortası. Bilirim çabuk geçer yaz, akşamüstleri odaya uçuşan tül inceliğinde çabucak... Adada yaseminler, bazı sokak aralarında küçücük kiliseleri hep temiz tutuyor yaşlı kadınlar, bazı camilerde kandillerde is. Temiz tutmalı içini insan... Öyle bir hayat ki her şey çabucak kirlenirken.

Latince adı önceleri beşinci ay anlamında quintilis (devrin takvimi martta başlıyor; paganların büyülü zamanı, doğa martta uyanıyor) sonra Jülyen takvimi döneminde, Iulius Caesar adı üzerinden Iulius (Caesar, hem Kayseri hem Sezar hem de bir doğum şekli: Sezaryen; Sezar gibi anasının karnı kesilerek doğan). Batılılar da bu hat üzerinden july diyor. Eski Türkçe tamu-z çok sıcak, cehennem.

Süryanicesi bizimki gibi; temmuz. İbranice beyefendi, bey. Sümercedeki en eski anlamıysa “dam”a kadar gidiyor; eş, kadın. La Dame Aux Camelias geliyor aklıma, Kamelyalı Kadın. Oğul Dumas’nın tatlı romanı. Ne güzel cümleleri vardır altını çizdiğim: “Bu uyumuş kent benimmiş gibi geldi bana; belleğimde o zamana kadar mutluluklarına imrendiğim kişilerin adlarını arıyordum; birini anımsayıp da kendimi ondan daha mutlu bulmadığım olmuyordu.” Eski Mısır’da bu dam kelimesi dama’yı doğuruyor, bir araya getirmek; taşları ya da insanları, ne fark eder. Sanskritçe dam, yine ev, eş; Latince domina ev sahibesi, domine ediyor, yönetiyor yani evi (yaşasın hanımcılık!) Damız için ayrılmış olana da damızlık deniyor hep buralardan... Hepsinde temmuzun Sümer kökleri dam, dammuz, dumuz, dumuzi var.

Sümer’de çobanların tanrısı Dumuzi, çiftçilerin tanrısı Enkimdu’ya rağmen (bu çiftçi – çoban rekabetini daha sonra Habil – Kabil ikilisi diye göreceğiz) bereket ve savaş tanrıçası İnnana ile evlenir. Fakat bu hanım yüzünden başına gelmedik kalmaz. İnanna, yeraltı tanrıçası kız kardeşini “dönüşü olamayan yer” olarak bilinen yeraltına dünyasında ziyarete gider. Bir süre sonra oradan ayrılmak için yerine birini bırakması gerektiğini öğrenir. Yeryüzünde bu iş için gönüllü ararken gidişini pek fark etmeden gayet mesut yaşayan Dumuzi'ye kızarak “sen benim yokluğumu nasıl fark etmezsin” deyip yeraltı cinlerine beyefendiyi işaret eder. Götürülür Dumuzi. Sonra güneş tanrısının yardımıyla kaçar. Dağa bayıra vurur. Bir gün kırlarda uyurken rüya görür: Yan yana duran iki kamıştan biri çıkarılmaktadır. Bunu rüya tanrıçası kız kardeşine anlatır; tekrar götürülecektir, yorum açıktır. Hakikaten Dumuzi, yakalanır ve götürülür. Kız kardeşi, Dumuzi yerine yarım yıl yeraltında kalmayı tanrılar meclisine kabul ettirir bu kez; kardeş gibi kardeş! Böylece yarım yıl biri, yarım yıl diğeri kalır. Dumuzi, yeryüzüne çıkar çıkmaz karısıyla tekrar birleşir. Sonuçta yeni ve bereketli bir yıl başlar.

Tevrat’ın Hezekiel kitabında da (8:14’te) yer bulmuş bu eski tanrı, her yıl ilkbaharda İnanna’sına kavuşur (İnanna bu arada Akad toplumunda İştar diye tanınır, İştar’ı biliyorsun, Batılılar Easter der, bizim Paskalya canım). Bu sevişme, insanlar tarafından şenliklerle kutlanır. Vakti geldiğinde Tanrı Dumuzi ve Tanrıça İnanna’nın birleşmesini, Sümer’in o günkü kralıyla İnanna tapınağı başrahibesi, tıpkı tanrı - tanrıça gibi taklit eder. Bu kutsal evlilik öncesi İnanna yıkanır, annesiyle konuşarak tavsiyeler alır, kapı arasından hediyelerin gelişini gözler. Sonra gelin odası hazırlanır, çeyizler ziyaretçilere gösterilir. Ancak tüm bu hazırlıklar tamamsa beyefendinin içeri girmesine izin verilir. Bildiğimiz, altı bin yıllık evlilik töreni bile şu koca Anadolu’dan işte. Muazzez İlmiye hocam, İnanna’nın Aşkı’nda yazıyor bunları; okumadan ölme. Tevrat’ın o nefis Neşideler Neşidesi’ndeki şiirler de İnanna - Dumuzi aşkını anlatan Sümer tabletlerine yakındır. İsa nasıl Tanrı’nın çobanı ise Dumuzi de çoban Tanrıdır.

Temmuz işte hep! Balkonlarda çekirdek, odalara ışığı dolan ay, yer yatakları temmuz, öğrenci evlerinde terk edilmiş bulaşıklar, bir oğlu olacaktı Hasan Hüseyin’in ve adını Temmuz koyacak. Temmuz, orada burada, her şeyin bulunabileceği küçük çarşılar, tırnak makası da var örgü şişi de; yemeni de mevcut, defter kabı da... Bir şeyler hatırlıyorum ama tam değil. Gelecekten utanarak dönen bir sevinçliyim diyordu Edip Cazsever. Biliyorsun, ben Cansever değil Cazsever derim biraz sarhoş olunca. Biraz ama... Nasıl akar insanın kalbine; türküsü de var: “Altın hızma mülayim / Seni candan seveyim / Yaz günü temmuzda / Sen terle ben sileyim...” Sabaha kadar uyuyamaz bazen insan.
Temmuz, hep yaz bitiyor duygusu verir insana, oysa yeni başlıyoruz daha... Pansiyonlarda, otellerde tertemiz yataklar; unutulmuş antik tiyatrolarda, iki bin yıldır cırlayıp duran o yaz böcekleri; bitip tükenmez yolların kıyılarından arada görünüp de köpüklerce kabaran yaz denizleri; insanın, suyunu dirseklerinden dökerek yediği çatırdak karpuzlar; rakıyla kavunun bitimsiz, ezeli mücadelesi; buz gibi terleyen ikindi biraları bir yandan. Bir yandan da şehirde kalanlar için bir yokuşu tırmanırken ter içinde, ansızın esen rüzgârlar, derken sinemalara girip serinlemek. Derken küsler de varsa barışsın arada; ne diyordu Turgut Uyar: “Temmuz tam bu işe göredir bana kalırsa / Gel bağışlayalım birbirimizi...”

Hem nasıl unutulur, acı var asıl temmuzda. Madımak Katliamı. 2 Temmuz 1993. Tutuşan gün, tutuşan gece! Metin Altıok, Hasret Gültekin, Behçet Aysan, Asım Bezirci, Aziz Nesin, hepsi... Kardeşlerimiz, güllerimizin ahı var. Az anılır, duruma göre anılmaz, bir kısım solumuz ikiyüzlüdür: Başbağlar Katliamı var ardından... Unutmadık ölülerimizi! Hoş geldin temmuz, merhaba can!