Seyirci kalmanın dayanılmaz hazzı

Siyaset kurumunun en belirgin işlevinin ekonomik ve toplumsal kaynakları toplumsal sınıflar arasında dağıtmak olduğu bilinir. Oysa 70’lerin sonlarından bu yana emperyalist sistemin merkez ülkeleri çevre ülkelere neoliberal piyasa ekonomisini dayattıkça, kaynak dağıtma işlevi piyasa güçlerine terk edildi ve siyaset kurumu işlev kaybına uğradı. Neoliberal piyasa tanrısına tapmayı kabul eden sağ ve sol düzen partileri arasındaki ekonomik ve politik sınırlar belirsizleşti. Bu partiler rakipleri karşısında fark yaratabilmek ve seçmeni ‘avlamak’ için sosyo-kültürel ayrımlara odaklandılar. Tabi işin içine bolca gösteri boyutu girdi. Bu sürecin etkileri sadece ulus-devlet ve partiler gibi makro düzlemlerde hissedilmekle kalmadı, halkın siyasal değer ve davranış kalıplarında da değişmeler ortaya çıktı. Siyaset gösterileştikçe seçmen de seyircileşme eğilimine sokuldu.

Medyanın “telefon” adı altında ceplere girmesi hatta cebe hiç girmeyerek elden bırakılmaması toplumsal ilişkileri etkiliyor. Gösterileşen siyasetin kurallarına uyumlu yeni türden seçmen davranışları ortaya çıkıyor. İnsanlar katılmak ile seyretmek arasındaki sınırın iç içe girdiği bir yeni anlam dünyasına taşınıyorlar. Bir seyirci demokrasisi gelişiyor. Postmodern siyasal hizalanmanın yol açtığı kendine özgü bir siyasal iletişim kültürü bu. Yurttaşlar aktif parti üyeliklerinden, siyasal mücadeleden ve gerçek insan ilişkilerinden koparak, medya aracılığıyla demokratik süreçleri seyrediyor ve bu sırada kendisini katılıyormuş gibi hissediyor.

Bu olayın, sosyal medya sayesinde son yıllarda gelişen yeni bir siyasal duyarlılık modeli olduğunu söyleyebiliriz. Bu modeli yansıtan seyirci yurttaşın tipik özelliklerinden birisi sürekli hesap sorması ve diyet istemesidir. Aslında hesap verilebilirlik demokratik rejimlerin ilkelerinden biridir ve bu nedenle yurttaşların siyasal kurumlardan hesap sorması istenir bir şeydir. Ancak seyircileşmiş yurttaş tam da demokrasinin yozlaşma döneminin hesap sorucusu olarak ortaya çıkıyor. Bu haliyle kendisi de bir yozlaşmayı temsil ediyor.

Seyirci olmak, sahada olmaktan çok farklı bir psikolojinin ve algı biçiminin varlığına neden oluyor. Seyirci, parlamenter sistemin cumhurbaşkanı gibi: yetkisiz ve sorumsuz. Bu nedenle onu yargılamak da olağanüstü zor. Ne de olsa hiçbir şeyin parçası olmamıştır ama bir şekilde sistemin oyuncusudur.

Bu kimse sosyal medyada çoğu kez müstear bir isimle, bazen de kendi adıyla boy gösteriyor. Medya çağı hız çağı olduğundan, haberleri uzun uzun okuyacak ve üzerlerinde düşünecek zamanı yok. Parmağının bir hareketiyle bütün sosyal gerçekliğin üzerinde sörf yapıyor. Başlıkları okuyor, kanaat ediniyor. Aslında edindiği şey fikir sahibi olmak için gereken bilgi değil, önyargılarını kemikleştirmeye yarayan etiketlenmiş, paketler haline getirilmiş kalıp yargılar. Başlıklarla düşünüyor, izlenimlerle karar veriyor. Dolayısıyla onun hesap sorma yeteneği ve eylemi, bu kalıp yargıların edinilme tarzı ile yakından ilişkili. İdraki sınırlanmış olduğundan üslubu da oldukça sığ. Trafik kazası davasında yargıç tutuklama kararı vermedi mi? Hemen yakana yapışır: Hani yargının altın çağı demiştin. Bu ne öyleyse!

Bu tutum öylesine haz vericidir ki, cazibesine kapılanlar arasında siyasi mücadelede önemli görevler almış kimselere bile rastlanır. FETÖ’yü tasfiye yoluna giren yargıyı cesaretlendirmek ve olayın tarihsel önemine dikkat çekmek için yaptığınız vurgunun hiçbir önemi yoktur. Seyirci kalarak hesap soran yurttaşın bu türden mantıksal ilişkilerle, gerekçelendirmelerle, neden-sonuç ilişkileriyle, analizle, stratejiyle, örgütle, iktidar iddiasıyla ilişkisi kalmamıştır. Takımı tarafından kendisine vaat edilmiş golü bir an önce görmek isteyen futbol seyircisinin sabırsızlığı içindedir. Aksi halde internete veya dijital TV’ye ödediği faturanın parası yanacaktır.