Şiirin Yurt Çekimi – 2: Devrim yapan şiir sol şeride zincirlendi!
> Devrim önderi Atatürk’ün atlattığı pek çok suikast girişiminin ardından gelen kuşkulu ölümü Batıcı Liberallere yolu açtı. Daha önce ataklar yapıp geri çekilen karşı devrim güçleri, bu kez cesaretle saldırıya geçti. ABD emperyalizminin sağladığı maddi, manevi güçle, Cumhuriyet devriminin üst solunum yollarına bir virüs gibi yerleştiler. Giderek kan dolaşımını ve sindirim sistemini de etkilediler.
> Bugün yaşadığımız Batıcı kafa karışıklıklarının ve millici karşıtı sanatsal yapılanmaların kökleri bu liberal tabakaların çürümüş değerlerinden beslenmektedir. Bu ölümcül Batı virüsü, 1945 ve 1950’lerin devamında, ABD teslimiyetiyle Türkiye’nin ciğerlerine indi ve kılcal damarlarına yerleşti. Milli devleti kemirmeye, çökertmeye başladı. Ardından gelen Amerikancı iktidarlar ve darbeler bu ihaneti pekiştirdi.
>> DEVRİMİN BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ ŞİİRDEN KOPARILDI
> Türkiye, sonu gelmez çökertme saldırılarına, darbelere ve derin toplumsal komplolara karşın, devrimin sağladığı bağışıklık sistemi sayesinde ayakta kaldı. İşte bu direnişte Cumhuriyet’in bağışıklık sistemi, saldırılara şiirle karşı durdu. Bu mücadeleyi toplumcu şairler, devrimci ozanlar gerçekleştirdi. Tarikatlar, ağalık, şeyhlik kurumları Neoliberal ihanetle işbirliği yaptı. Bu derin ihanet sürecinde Türk şiiri, geleneğinden aldığı güçle direndi.
> “Kırk Kuşağı” dediğimiz toplumcu gerçekçi şair ve devrimci ozanlar şiirleriyle direndiği için işkence gördü, hapislere tıkıldı. İşte o süreçte Türk şiiri, yine liberalizm gibi ömrünü tamamlayıp işlevi tersine evrildi, bireyci Batıcı Modern yabancılaşmanın ağına düşürüldü. Şiir halktan, kitlelerden koparılıp seçkinci, dar entelektüel bir alana kapatıldı. Türkçenin yaşamsal gücü ve imge zenginliği yapaylaştırıldı.
> Türk şiirinde devrim yapan, gelenekten de yararlanıp şiiri yepyeni serbest vezinle kuran ve bunun içerikte de dünya çapında örneklerini veren Nazım Hikmet ne yazık ki kenara itildi. Yeni sayılmadı. Orhan Veli’lerin Garip şiiri Birinci Yeni, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever’lerin şiiri İkinci Yeni sayılıp, gerçek yenilikçi Nazım ve devamında gelen sosyalist gerçekçi şiir kenara itildi.
>> TÜRK ŞİİRİNİN ÜST SOLUNUM YOLUNA YERLEŞEN BATI VİRÜSÜ
> Türk şairinin, son 20 yılda üzerinde var olduğu yaşam zemininden uzaklaşıp farklı zeminlere doğru belirgin bir şekilde kayması bu liberal zeminde gerçekleşti. Bu kayma özellikle şiirimizin modernleşme dönemlerinin sonu olan 50’li yıllarda hissedilir boyutlardaydı ve o günlerde de bu durum eleştiriliyordu. Türk Devriminin kazanımlarıyla güçlü bir atılım yapan Türk şiiri, tıpkı ekonominin modernleşirken Batı’ya bağımlı hale gelmesi gibi kendi öz kaynaklarından uzaklaştı. Özgürlükçü işlevi kapitalizmin tekelleşmesiyle teslimiyetçi, sömürgeci karaktere dönüşen liberalizm, Cumhuriyet devriminin üst solunum yollarına bir virüs gibi yerleşti. Türk şiirinin ciğerlerine inmeye başladı.
> > DEVRİMCİ, TOPLUMCU ŞİİR HOR GÖRÜLDÜ
> Şiir sanatı, kendi mücadele derinliğini yitirirken, şairini derin bunalımlara sürükledi. Ruh hastalıkları, davranış bozuklukları, zaman zaman yapmacık tepkiler, uyuşturucu, cinsel sapmalar vb. sapkınlıklar şair doğasının ürünü sayıldı. Şairin yaşama, yazma ortamı egemen ideolojinin kontrolüne girdi. Aydınımıza, onu intihara dek sürükleyen hastalık bulaştırıldı. Bu hastalıklar da ne yazık ki, yükselen değerlerden sayıldı.
> Şu işe bakın ki hastalıklı ruh hali, özellikle eşcinsellik, alkolizm, uyuşturucu bağımlılığı, toplumsal sorumluluk ve büyük idealleri reddeden ilkel, günübirlik hazlar çekici değerler oldu. Genç sanatçılar bu hallere özendirildi. Zavallı şair, CIA’nın kaşarlanmış kültür ajanlarının ağlarına takılmıştı bir kez. Varlığını basın tekellerine dayamış bu odaklar, yayın olanağı, övgü reklamasyonu ve ödül kurumlarını hep devrede tuttu. Devrimci, toplumcu şiiri hor görmek moda oldu.
>> BATI ZEMİNİNDE BUHARLAŞAN ŞİİR
> Türk şiirinin zengin geleneğine baktığımızda, bu hastalıkların, bu yozlaşmanın doğal olmadığını söyleyebiliriz. Her şeyden önce dünyanın en görkemli şiir geleneğine sahip Türk şairi, bu birikimden nasibini hiç mi almadı? Çünkü, yüzyıllar süren koyu bir gafletten devrimle çıkan Türk dili, binlerce yıllık geleneğine yakışan görkemli bir güçle kısa sürede büyük şairler yetiştirdi. Cumhuriyet’imizin ilk yirmi-otuz yılı onların adlarıyla taçlandı. Peki, bu sıkıntılı noktaya nasıl geldik?
> Şair kendi öz değerlerine sırtını döndü. Nazımlar’ın açtığı yol bırakıldı. Bu zorlu bir yoldu. Bir bakıma Türk şiiri, sanatın doğasında var olan zordan geçmek, kayaları oyup kendi yatağını açmak yerine taklitçiliğe saptı. Yaratıcılık ve üretkenliğin zahmetinden kaçan şiir, kolay ve sığ yollar bulup bilinmez yönlere doğru yayıldı. Batıcı zeminde buharlaştı.
> > TÜRK ŞİİRİNİN GÜR SESİ YOK OLDU ŞİİR KÖKLERİNDEN KOPARTILDI
> Modern edebiyatımızın ana damarını oluşturan toplumcu, sosyalist gerçekçi Türk şiiri, kendini 1950’lerde iyice belirginleşen türden Batı hayranlığına kaptırdı. Bunu yaparken de kendi değerlerinden yavaş yavaş uzaklaştı ve artık kopuşa doğru yöneldi. Batının şiir birikiminden, deneylerinden yararlanayım derken kendi yolunu şaşırdı. Şiir eylemi, yaşanan gerçeğin somutluğu içinde değil de düzmece, kozmopolit bir atmosferde gerçekleştirildi. Dizeler sahte bir bilinçle ve yakıştırma seslerle oluşturuldu. Böylece şiirin kökleri, kendini var eden gerçekliğin derin katmanlarından koparıldı.
> Türk şiiri, 1960 Devriminin uyanış ortamında yeniden kendine gelme çabasına girişmişti. Bu büyük girişimin önü ne yazık ki, 12 Mart karşıdevrimiyle kesildi. Türkiye’nin kısmi bir iç savaş yaşadığı ve 12 Eylül darbesine ulaşan 10 yıllık süreçteyse şair, içinde bulunduğu ya da sempati duyduğu örgütlerin yenik ideolojilerinin kurbanı oldu. Ve şair yenilgisinin bir “şair yazgısı” olduğuna kendini inandırmayı başardı. Umutsuzluğu, karamsarlığı, ölüm severliği kendine yurt edindi. Şair tam anlamıyla kendi değerlerinden “pasifize” oldu. Türk şiirinin gür sesi yerini iniltilere, sayıklamalara, anlamsızlıklara vb bıraktı.
> > PEYGAMBER ŞAİRLER DÖNEMİ, ATEŞLİ HASTALIK SAYIKLARI
> 12 Eylül, şairimizin ruhunda daha da derin ve ince hastalıklara yol açtı. Öyle ki şairimiz kendini bu kez “peygamber” olarak algılamaya başladı. Ayakları yere basmıyor, fiske vursan uçuyordu. Ona sorsan, yerçekiminin ağırlığından kurtulmuş, havada yürüme mucizesini gerçekleştirmişti.
> > Öyle bir peygamber ki yeryüzünün dertleri, toplumsal olaylar, yaşanan, görünen nesneler onu ilgilendirmiyordu. Halkın dertleri onun gözünde bayağıydı. Midesini bulandırıyordu hatta. Şiirleriyse üst perdeden kurgulanmış, anlaşılması olanaksız, “yaralı parmağa işemeyen” “vahiy”lerdi. Şair böylece ayakta durmaya çabalıyordu. Belki böylece yenilgi duygusundan da kurtulacaktı. Yüksek enfeksiyon altında şair, bütün suçu halka yüklemekte gecikmedi. Kararını verdi: İflah olmayan kendisi değil, hiçbir zaman adam olmayacak “halk” denen, kara topluluklardı. Yurt çekiminden yoksun kalan şairin başına, bundan daha kötü ne gelebilir?