Şimdi yeryüzü Yaşar Kemal
Yaşar Kemal anlatısını bir coğrafyaya bağlamak ne kadar zordur. Yalnızca Çukurova’yı anlatıyor diyemezsiniz, Toroslar’ı, Anavarza’yı...Kadirli’yi, Osmaniye’yi, Hemite’yi hiç diyemezsiniz...
Onun anlatısının “anakara”sı olarak nitelendirebileceğimiz gerçeklik Anadolu’nun bir ucundan Mezopotamya’nın öte ucuna uzanan bir yerselliği içerse de; gene de bunu kendi dili/anlatımı/yarattığı düşsel gerçeklikle kurduğu insanın öyküsü belirliyor
Bunu kendisiyle konuşurken, defterime çizdiğim “anakara”nın belirleyici işaretlerini, doğasal görünümünü yaratmadaki bütünlüğü gösterip ne düşündüğünü sormuştum.
“Kendimi bir Akdenizli anlatıcı olarak görürüm. Ötesini yorumlamak sizin işiniz,” derken şunları da eklemişti; “kendine özgü bir dünya kurar romancı, bunu da yaşamdan ve gelenekten beslenerek yapar.”
Onun anlatı dünyasına dönük çıktığım yolculukların bir ucu beni doğup büyüdüğü yöreye kadar götürmüştü. Kadirli’ye, Hemite’ye yirmili yaşlarımda gitmiştim. Kadirli’de Kürt Veli Yusuf’u gidip işlettiği kahvehanesinde bulduğumda artık inanmıştım İnce Memed’in buralı olduğuna, Yaşar Kemal’in de buralardan bir efsane gibi geçtiğine...
“Ben nasıl Yusuf’un oğlu Veli Yusuf’sam, İnce Memed’de Yaşar Kemal’in has oğludur gadasını aldığım,” sözleri hâlâ kulaklarımdadır.
Çerkez köyü Akifiye’de beni iki yıl eyleyendir Yaşar Kemal!
“Senatör” lakaplı köyün muhtarı Turgut Tor’la Maraş’ta ilk karşılaşmam Maraş olaylarının hemen ardındandı. O, köyüne yeni açtırdığı ortaokul için öğretmen bekliyordu. Nokta tayinim buraya çıkmasına rağmen, öğretmenlik yapmaktan yana değildim. Ama karşımda bir Yaşar Kemal kahramanı duruyordu. Çekip beni Akifiye’ye kadar götürmüş, o gece de konuk etmişti “Senatör”. Çerkez beyi Arnavut Durdu’yu orada tanımıştım. Onun evindeydik. Bir şahin yuvası gibiydi evin konumu; karşımızda Akçadağ, Cambaz ovası, Savrun suyunun bir kolu akıp duruyordu...
Yaşar Kemal anlatısının “anakara”sını biçimleyen izleri bulmak değildi derdim; bir yazara, bir anlatıya bağlandığınızda bunu var eden doğayı keşfetmek, yeni yeni karşılaşmaları yaşamak, bunlarla zenginleşmek anlamlıydı elbette.
O yörede her adımda Yaşar Kemal’in anlatısıyla nasıl yeryüzüne dönüştüğünü gözlüyordunuz. Bir karınca köresinde vardı o, keklik sekişinde, çakırdikenlikte, killi topraklarda, çiriş kokularında, büklüklerde...Akçadağ’ın yamaçlarındaki bahar çıngısında, geyik avındaki avcının telaşında, çocukların sevinci ve korkusunda, nar ağacının duldasında sevişirken kıpkızıl kesilen yılanların esrimesinde, yola düşüp ovaya yolculuğa çıkan insanların umudunda vardı o...
Yazarken, anlatırken bir yer yurt aramıyordu o. Anlattığı “Bir Ada Hikâyesi”ni hatırlayın... İnsanlığın sürüklendiği o trajediyi anlatırken savaşın getirdiği yıkıma yer aramak değildi derdi. O soysuzluğu göstermek, insanların başına gelen felaketlerin bir daha yaşanmaması için bir nefesti onunkisi...
Şimdi, yeryüzü Yaşar Kemal. Evet, onun nefesine insanlığın çok daha ihtiyacı olacağını hatırlatıyor bize yazdıkları. Şunu dememiş miydi bize nice zaman önce:
“İnsanlık bütün kötülükleri alt ederek buraya kadar gelmiştir. İnsanlık gür bir ışık seli gibi iyiliklerle, eşitliklerle, barışlarla, güzelliklerle, umutlarla çağımıza geliyor. Bundan sonra insanlık değeri, çağımızdaki kişilik değerleri bir tek şeyle ölçülecektir, o da, bir ulusun, bir değerin, bir kişinin barışa ne kadar yardım ettiğiyle, savaşa, silahlanmaya ne kadar düşman olduğuyla...”