Sinemada sansür

Uzun yıllar, Türk sinemasının çağdaş bir düzeye ulaşamamasındaki en büyük engellerden biri sansür olarak tanımlanıyordu. Gerçekten de 80’lerden önce sansür, Türk sinemasının başının üstündeki Demokles’in kılıcı gibiydi. Çekilen filmlerin neredeyse dörtte biri şu veya bu nedenlerden ötürü kesilip biçiliyor ya da tümüyle yasaklanıyordu. Yeşilçam’da melodram türünün biraz dışına çıkan, toplumsal içerikli konulara kıyısından köşesinden değinmeye çalışan hemen hemen her yönetmen ya da yapımcı sansürle tanışmıştır diyebiliriz. Hele hele Yılmaz Güney, Metin Erksan gibi, sektörün ezberini bozup, tecimsel amaçlı sinemanın biraz dışına taşarak ayrıksı film yapma isteğinde olanlar, filmlerine harcadıkları emek kadar, sansürle de mücadele etmek zorunda kalmışlardır.

Bir zamanlar, Türkiye’de sinema filmlerine uygulanan sansür, dünyanın hiçbir yerinde eşine benzerine rastlanmayacak denli katı, hoşgörüden yoksun, sınırlayıcı, engelleyici, kesip-biçici dahası, bir sanat eserini daha doğmadan, sansür aşamasında yok edici özelliklere sahipti. Önce senaryo aşamasında sansüre tâbi tutulur, kimi zaman senaryosu kabul edilse bile, bu kez film aşamasında kesilip-biçilir ya da yasaklanırdı. Yani sansürün makasından kurtulmak ya da kesilip biçilmeden kurtulmak neredeyse atmışlı, yetmişli ve seksenli yıllarda pek mümkün değildi. Hatta çoğu sinemacı, bu risklerden kurtulmak için, biri sansüre gönderilmek diğeri ise filme çekilmek için iki senaryo yazarlardı. Daha doğrusu sansüre gönderecekleri senaryoyu, bu işi bilen, nelerin sakıncalı, nelerin sakıncasız olduğunu ezberleyen, amatör kişilere yazdırırlardı.

Sakıncasız senaryo yazdırılırdı

Daha doğrusu bu tür senaryoları ekalliyetten, kalemi biraz düzgün olan genç bir Rum kızı yazardı. Hemen hemen her şirket, bu kıza önce gerçek senaryoyu gönderir, sonra da bundan sansüre gönderilecek sakıncasız senaryo yazmasını isterdi. Bu işi çok iyi bilen genç kız ise, kendine güvenen yapımcıları ve yönetmenleri yanıltmaz, hem onların, hem de sansürün istediğini yazardı.

O yıllarda Türk sinemasının en az ortalama iki yüz film ürettiği düşünüldüğünde, bu kızın en az bunların yarısını, yani sansürlük senaryo yazdığını söyleyebiliriz. Örneğin “Umut”un gerçek senaryosunda “yaşlı, yorgun ve bitkin bir atın çektiği köhne bir araba”, bu kızın sansürlük senaryosunda yalnızca “araba” olarak geçer.

O dönemlerdeki sansür heyetinin yasaklama gerekçeleri Aziz Nesin’in hikayelerinden daha ironik ve güldürü yüklüdür. Filmlerde köylüyü zayıf gösterdiğiniz zaman “Türk köylüsü sağlıklı ve yapılıdır” gerekçesi devreye girer, yapılı olarak gösterdiğinizde ise bu kez “Türk köylüsü çalışır, yapılı değil, incedir” diye yasaklardı. Yine o dönemler Boğaz’da denize giren bir kişiyi göstermek cesaret işiydi. Çünkü sansür bu kez de “Boğaz’ın stratejik yerlerini düşmana gösterdiği” gerekçesiyle o filmin o sahnesini keserdi. Bunlar şaka değil, yasaklama gerekçelerinde bire bir yer alan, aynıyla vaki şeylerdi.

Ne güzel unutmuştuk o günlerin sansürünü. Ama son aylarda tekrar karşımıza çıkmaya başladı. Kimi filmler yine bilinen korku ve tedirginliklerle sansürleniyor, kimi festivaller sırf gezi olaylarıyla ilgi belgesel film gelecek diye kimi yarışmaları ortadan kaldırıyor, TV’deki filmler malum yerleri yalnız buğulanmakla kalmayıp, bir yerlerinden kesiliveriyor ya da kimi filmler eser işletme belgesi yokluğundan yarışmalara alınmıyor vs...

Sanırım önümüzdeki aylarda -özellikle de festival seçkinlerinde- bu durumlarla sık sık karşı karşıya geleceğiz.

Umarız ki biz yanılırız.