Sinemamızda salgından önce... Salgından sonra
Her alanda olduğu gibi sinemamızın gelişim süreci de belirli dönemlere ayrılarak irdelenir. Ama bizim sinemamızdaki dönemler, çoğunlukla sanatsal olgu/olaylardan daha çok, tümüyle değilse bile ona yakın bir biçimde tarihsel dönemler ve olaylar üzerine kurgulanmıştır. Yani sinemamızın gelişim evrelerini içeren dönemlerin sınırlarını, o dönemde oluşturulan sanat yapıtlarının estetik değerleriyle içerdikleri öz değil de, tam aksine tarihin kabul ettiği olay ve olgular olmuştur. Bu nedenle sinema tarihine ilişkin tüm çalışmalar analitik /çözümleyici yöntemden uzak deskriptiv yani betimleyici/tanımlayıcı olmuştur. Sinemamızın ilk dönemleri bir yana bırakılırsa 1922’de başlayıp 1938’de biten ilk dönemi, Tiyatrocular ya da bir diğer adıyla Muhsin Ertuğrul dönemi olmuştur. Tek bir kişinin döneme adını vermesi, sinemamızdaki on yedi yılın tek bir kişinin egemenliğinde olmasından dolayıdır. Gerçekten de Muhsin Ertuğrul (1892-1979), sinemamızın ilk dönemlerinden hemen sonra gelen bu dönemi tek başına yönlendirip yürütmüştür. Gerçi bu dönemde Nazım Hikmet Ran’a ile seslendirme alanın duayen isimlerinden biri olan Ferdi Tayfur birkaç film çekme olanağına sahip olmuşlarsa da, bu ancak Muhsin Ertuğrul sayesinde olmuştur. Onun için bu dönem Muhsin Bey’e yönlendirilen bir çok ilkleri de içerir: Örneğin, Müslüman Türk kadınlarının Bedia Muvahhit (1897-1994) ve Neyire Nehir (1902-1943) ilk kez perdede gözükmeleri, ilk sesli ve renkli filmlerin bu dönemde yapılmaları gibi. Ama dönemin adı 'Tiyatrocular' ya da 'Muhsin Ertuğrul' olmasına karşılık, başladığı ve bittiği tarihler, onun filmlerinin estetik ve içeriksel yanlarının özelliklerin içeren tarihler değil de, aksine önemli tarihsel olayların ortaya çıkışını belirleyen önemli olayların tarihleridir. Bu dönemden sonra gelen Geçiş Çağı’nın da (1938-1950) başlangıç ve bitiş tarihleri, sinemadaki yapıtlarından an ve dönemin sanatsal özelliklerinden değil de, yine önemli olayların başlangıcını içeren tarihten alınmıştır. 1950’nin önemi herkesin bildiği gibi tek partiden çok partili düzene geçişten bir dört yıl sonra sonra Demokrat Parti'nin iktidara gelmesidir. 1950’den 1960’a dek uzanan döneme ise sinemamızda Sinemacılar Dönemi adı verilir. Bu dönem aynı zamanda Demokrat Parti’nin de varlığını sürdürdüğü bir dönemdir. 50’de seçimle başlayıp 60’da darbe ile biten bir dönem. “Her mahallede bir milyoner yaratma” ya da “ Türkiye’yi küçük bir Amerika’ya benzetme” sloganın sinemaya yansımasının en belirgin yanını ise piyasanın tümünün Amerikan filmlerinin egemenliğine girişi ile Amerikan yaşam tarzının yaygınlaştırılması oluşturur. Türk sinemasındaki 1960 ila 1967-68 arısındaki döneme ise Altın Yıllar denir. Dönemin tarihsel yanıyla bir zıtlık ortaya koyan bu dönem adı, belki de sinemamızdaki on iki dönemden adını yalnızca sanatsal olgularda alan bir dönem olma özelliğinden gelir. Geçekten de bu dönemde, yani askeri rejimin önce sol sonra da sağ gösterinceye kadarki zaman dilimi içinde, ilk kez toplumsal olay ve olguları içeren filmler yapılmaya başlanır. Dönemin adı da onun için Altın Yıllar olur. Bu dönemden sonra gelen diğer dönemler de yine, başlangıç tarihlerini sinemanın ortaya koyduğu yapıtların estetik düzey ve içeriklerinden daha çok toplumsal olay ve olgulardan alır: Yitik Yıllar (1974-1978), Yeni Türk Sineması (1978-1987), Majörler Dönemi (1987-1994), ve 1994’ten sonra ortaya çıkan Bağımsızılar/Post Yeşilçam Dönemleri gibi… Büyük bir olasılıkla salgının büyük bir ölçüde belirleyici olduğu 2020 yılı da yalnızca sinema alanın değil, tüm kültür/sanat alanlarının yeni bir döneminin başlangıcı olacak. Bu başlangıç; sinema salonlarının geçici olarak kapanması, film yapım sürecinin durması, ya da festivallerin online yapılıp, dijital platformların artması gibi bilinen olaylarla sınırlı kalmayıp, onların da ötesinde, kimi radikal değişim-dönüşümlerle de farklı bir sürece evrileceği söylenebilir. Bu yeni dönem de her dönem gibi adını, olgu ve olaylarıyla somut bir görünüm ortaya koyduğu zaman belirleyecektir.
Yani; 2020’yi şimdiden sinemada bir millat saymak sanırım bir kehanet sayılmaz…