Sinemanın dijital platformlarla savaşı
Başlığı okuyanlar, biliyorum “ Yedinci sanat sinema nelerle savaşmadı ki…” diyecekler. Hiç de haksız sayılmazlar… Televizyonun yaşamımıza girdiği dönemlerde de “Sinema öldü” “Yaşasın TV” diyenlerin sayısı da sanıldığı kadar az değildi… Ama ne var ki her savaşımdan sinema galip çıkmasını biliyor… Sanırım bu savaştan da yara alacak ama yine kendini değişim dönüşümlere uğratarak ayakta kalmayı başarabilecek…
Popüler duruşlarda karamsarlık demode bir tavırmış gibi algılanıp dışlanır. Buna karşılık iyimserlik, olabildiğince abartılarak –kimi zaman ise gereğinden fazla sulandırılarak- öne çıkarılıp savunulur. Oysaki karamsarlığın da iyimserliğin de bir ortası olması gerekir. Bardaktaki su misali…
Evet… Sinema ölmez, ama yara alır. Örneğin 70’li yılların ilk yarasındaki Türkiye’deki sinema ortamını bir düşünün. Film üretimi açısından Hollywood, Bollywood ve de Hong Kong’dan sonra dünyanın en fazla üreten dördüncü ülkesi, sinema salonu açısından da Avrupa’nın en iyilerinden biriydi. TRT’nin tek kanallı, siyah-beyaz, belirli zaman diliminde yayın yapan TV’si ulusal düzeyde yayına geçmesiyle neler olmadı ki? İki bine yakın tahmin edilen sinema sayısı 400’lere kadar düştü, ayakta kalanlar ise, tümüyle TV’ye kaçan seyircinin dışındakileri loş salonlara çekmek için, avantür filmlerden arabeske, seks komedilerinden, Uzak Doğu kökenli hangi türlere el atmadılar ki. O dönemlerde bırakın kıyıda köşede kalan sinemaları, sinemanın orta yeri olan Beyoğlu’nda bile aileleri ve kadınları loş salonlarda görmek bir hayaldi…
Bu kiriz bitti dediğimizde ardından video olayı patladı. Yine herkes evde tutsak… Sinemalar ise bomboş… Her mahallede kiralık video dükkanlarının olduğu, her türden sansürsüz filmlerin sabahlara dek izlendiği o uykusuz geçen yıllar.
Bu da geçer deyip, geçtikten sonra ne oldu? Bu kez de Yabancı Sermaye Yasasından sonra Majör denilen dev Amerikan şirketlerinin ülkemize gelerek doğrudan doğruya şirket kurarak gösterim ve dağıtım alanlarını ele geçirip Türk sinema ortamına hâkim olması… Ama ne var ki bu kez “ bu da geçer…” diyemedik. Çünkü geçmedi, hala da devam ediyor. Yani kendi ülkemizde, Majörlerden izni olmadan bir Türk filmini göstermek neredeyse olanaksız. Çok değil, yakın zamanda kimi ünlü sanatçılarımızın Uzak Doğu yollarını aşındırması boşuna değil. Amaç seyahat değil de şubat aylarını kapatmak. O dönemlerde de Türk filmlerine Beyoğlu’ndaki sinemalar adeta yasaktı. Aylar boyu tek bir Türk filminin gösterilmediği yıllar…
Bugün, sinema alanında iyimserlikle kötümserliğin tam orta yerindeyiz… Ulusal ve uluslararası film festivallerinde ödül kazanan filmlerimizin bile birçoğu merkezi sinemalarda gösterim olanağını bulamıyor. Bulsa da istenilen düzeydeki seyirciyi toplayamıyor. Çünkü sinema hem salgın, hem maliyet açısından birçoğumuzun tıpkı gündelik gazete, dergi almak gibi alışkanlığımızdan çıkıp gitmek, ayrıcalıklı bir kesimin lüks seyri olmak üzere.
Ne birkaç filmin gişesini örnek alarak “sinema asla ölmez” diye iyimser davranmak, ne de “öldü” diye karalar bağlamak gerekmez. Ama bir gerçek var ki o da dijital platformlar sinemayı fena sarsıyor… Herkesin dilinde o mecrada gösterilen filmler… Sinema eleştirileri bile yazılı basından çok dijital alanlarda… Dergiler de keza… Belki inanmayacaksınız ama, filmlerini sinemalardan önce bu alanda gösterenler bile var…
Sanırım bundan böyle tekrar eskiye dönülecek… Nostaljiden değil, gereklilikten. Salonlar AVM’lerden semtlere taşınarak kapıları sokağa açılan sinemalar haline getirilip büyüyecek, bilet fiyatları küçülecek, bir zümreden çok kitlelerin yaşamına girecek…
Evet… Sinema asla ölmez… Ama reddedilmeyecek denli cazip olan dijital platformlar karşısında da eski konumuna ulaşamaz… Yaralı kalır… Tıpkı günümüzde olduğu gibi…