Sır
Tanıdığım günden bu yana içten, samimi bir gülüşüne şahit olmamıştım Kaya’nın. Yüzüne kondurmaya çalıştığı tebessüm o kadar iğreti kalıyor, o kadar zorluyordu ki kendisini, tutunamıyor, saniyeler içinde solup gidiyordu yüzünden buhar olurcasına. Kalabalık, tanımadığı, yabancı kaldığı ortamlarda gerginliği daha da artıyordu. Asık, etrafına kızgınlıkla bakan bir suratla diğer insanlarla arasına aşılmaz duvarlar örüyor, bulunduğu yerde hiç kimse yokmuş gibi, sanki evrenin öbür ucundaki bir noktaya odaklanıyor, dalıp gidiyordu. Oturduğu hantal ve dar sandalyede ayaklarını birbirine yapıştırarak iki kolunu birbirine kavuşturur halde, yazın o kavurucu sıcağında bile üşüyormuşçasına titrek, büzülmüş bir şekilde öylesine sessiz, sakin duruyordu. Yıllar bazı insanda hiçbir şey değiştirmez ya, Kaya da onlardan biriydi. Onun bu duruşu, bakışı -ve hatta şimdi düşünüyorum da üzerinden hiç çıkarmadığı hep aynı giysileri- dostluğumuza yıllarca eşlik etmişti.
İlk tanışmamız bir arkadaş sayesinde, çalıştığım işyerine birlikte gelmeleri ile oldu. Kaya’yı görür görmez, niye yalan söyleyeyim, onun şahsında yıllar önceki hâlimi görür gibi oldum. Asık suratlı, sevimsiz, ürkek... Hayatı bırakmış hâline, tekerlekli sandalyesi üzerinde zorla otururken gösterdiği eğreti tavra çok üzüldüm. Uzun zaman yanıma gitti geldi. Birbirimize alışmamız öyle kolay olmamış, yıllar içinde ancak ulaşabilmiştik arkadaşlarla ona. Bir zaman sonra biraz daha rahatlamış, sorulara “evet” ya da “hayır”ın dışında daha doyurucu hatta neşeli ve keyifli cevaplar vermeye başlamıştı. Arkadaş çevresi genişlemiş, sosyal hayatı renklenmiş, farklı insanlarla uzun sohbetlere koyulur olmuştu. Onun artık bunalmadığını, daha rahat nefes aldığını hissediyordum. Ama ne var ki bütün neşesine ve keyifli hallerine inat, bakışlarına hâkim olan ıstırap takındığı mutluluk maskesini gölgeliyor, titrek sesi, gözünde saklı damlaları harelendiriyordu. Bunun nedenini düşünürken aslında onu hiç tanımadığımı fark etmiştim. Kendisinden hiç bahsetmiyor, hayatına dair sorulan soruları cevapsız bırakıyor, bazen bir koyverme anında dilinin ucuna kadar gelen şeyleri bir ayılma refleksiyle öteliyordu.
ALTI YIL SONRA
Kaya ile tanışmamızın üzerinden yaklaşık altı yıl geçmiş, onun yaşamında benim tanıdığım süre zarfında çok şey değişmiş, başlangıçta hep asık olan yüzünde zamanla anlayış, uyum ve güven duygusu bahşeden çizgiler belirmişti. Bir gün bulunduğumuz odanın cam kenarında uzun uzadıya dalmış dışarıya bakarken onu seyrediyordum. Öteden pencereyi dolduran denizin olağanüstü güzelliği bir yanda, Kaya’nın simsiyah silueti diğer yanda... Bu iki resim arasındaki karşıtlığın beni şaşırttığını hatırlıyorum. İnsanla deniz birbirini çok da bütünleyemiyordu sanki. Kaya, bütün vücudu gergin, elleri ile oturduğu koltuğun kenarlarını sımsıkı tutmuş, dudakları titrek, birileri ile kavga eder gibi kendi kendine konuşuyordu. İlk defa dişinin gıcırdadığını duydum. Dakikaların saatler kadar uzun olduğu anlardı. İstiyordum ki bir an o sıkışmışlıktan kurtulsun sahte de olsa tekrar bize dönsün, huzura... Bakışlarını camdan ayırdı, boş duvara bakmaya başladı uzun uzun. “Hayırdır Kaya?” diye seslendim. Döndü bu defa bana baktı, sonra tavana baktı, sonra duvarda gördüğü bir böceği parmağı ile ezdi. O an hafif bir tebessüm yayıldı yüzüne. Duvarda minnacık bir kan lekesi oluşmuştu. “Kaya” diye seslendim, ilk defa tarifsiz ifadelerle yüzüme baktı ve boynunu bükerek “hepsi öldü” dedi...
İNSAN ÖMRÜNE KAÇ KIYAMET SIĞAR?
Kıyamet nedir? Bir trafik kazası? Çocuğun kırık pencereden taşan minik kanlı eli? Tekerlekli sandalye? “Senin sakatlığınla uğraşamam” diyerek terk eden eş?
İnsan ömrüne kaç kıyamet sığar?
Kaya yıllardır ağzından almak için yanıp tutuştuğum sırrı sonunda bana vermişti. Elime tutuşturur gibi. Ardından yüzü allak bullak, kalktı, tek kelime etmeden gitti.
Bir daha da gelmedi. Annesi ile bir başına yaşadığını söylediler. Ağzından tek kelime çıkmıyormuş.