Sıra Taksim Meydanı’nda-(TAMAMI)
Emek, Majik derken sıra Taksim Meydanı’na geldi. Bir şeyler tarihin çöplüğüne atılmak istenirken, kimi şeyler de, Dolmabahçe Tiyatrosu, Topçu Kışlası gibi tarihin çöplüğünden çıkarılarak İstanbul’un göbeğine oturtulmak, eskiyenle, hala işlevini koruyan kimi yapılarla yap-boz oyunu gibi oynanmak isteniyor. Biri eskimeden, işlevini yitirmeden yıkılıyor, bir diğeri eskiyip yıkılmışken yeniden yapılmak isteniyor. Bildik, tanıdık, ama taşların yerleri ile işlevleri değiştirilmiş garip bir oyun.
Taksimin yayalara açılarak bir meydan kimliğine bürünmesi elbette ki ilk bakışta yadsınmayacak, hatta giderek benimsenecek bir şehircilik anlayışı olabilir. Hele hele, kentin en yoğun olduğu bir yerde, Taksim Parkı’nın sessizliği ile kimsesizliğine oldum olası bir türlü akıl erdirememişimdir. Bırakın geceleri, gündüzleri bile pek tekin olmayan bu parkın, çoğu kişi, Divan Oteli’nin yayındaki köprüden geçilerek daha içlere doğru uzayan kısmından bile habersizdir. Gerçekten de kimi zamanlar yolum buraya düştüğünde, bu parkın kalabalıklar içindeki- ya da yanı başındaki- yalnızlığına bir türlü anlam veremem. Gerçekten de yalnız, kendi yazgısına terkedilmiş, sanki kentle ilişki olmayan, kopmuş, insanların sığınağı gibidir. Hem güzeldir, hem de tedirgin edici.
Şimdilerde burası hareketlendirilmek isteniyor. Ne güzel... Hem bu yalnızlıklarla kuşatılmış park işlevselliğine kavuşacak, hem de onu çevreleyen, Sanat galerileriyle donatılacak Topçu kışlasının devası odalarından parkın içine çello, piyona, arya sesleri düşecek. Bir düş gibi...
Bir çok kişi,, Taksim Meydanı’nında yapılacak bu değişim-dönüşüme karşı çıkarak, şimdiden düşünü kurduğumuz bir güzelliği protesto ediyor. Emin ki onların bir çoğu, bir kez olsun bu parkın banklarında oturmamışlardır. Oturmuş olsalardı park bu denli yalnız ve kimsesiz olur muydu.
Beyoğlu’nun simgesi olan Markiz için de böyle yapamamışlar mıydı? Ah Markiz, vah Markiz diyenler, Markiz açıldıktan sonra kaç kez oraya gittiler, yaşaması için bir bardak çay ya da kahve içme gereksinimi duydular. Bilemiyorum.
Şimdi Markiz’in yerinde yeller esiyor. Hiç kimse farkında bile değil. Hani Markiz’siz Beyoğlu olmazdı. Demek oluyormuş...
Taksim Meydanı’nın projesi buraya kadar iyi. Her ne kadar ağaçlar kesilip park parklığını yitirip, meydanın altı köstebek yuvası haline dönse bile. Tabii işin bir yönü. Ama diğer yönü ise bir başka şekleri ister istemez akla getiriyor ki, sanırım işin püf noktası da burada. Yıkılanlarla yıkılmak isteyen binaların sicilleriyle, yeniden yapılmak istenenlerin sicilleri pek farklı. İnsanlar gibi. Kimliğine bakılarak kimi binalar yıkılırken, kimliği unutulmuş olanlar ise tekrar kentin içinde tarih sahnesine girmeye hazırlanıyorlar. Yıkılanla, yapılmak istenenlerin işlevleri aynı ama, kimlikleri ayrı. Biri sakıncalı, öbürü ise itibarlı.
İşlevini, yıllar yıllar önce yitirmiş padişahın yerle bir edilmiş Dolmabahçe tiyatrosu ile Cumhuriyet’le yaşıt Emek sinemasının, bir kent coğrafyasının yap boz oyununa dönüşmüş anlaşılmaz labirenti içinde karşı karşıya geleceğini kim tahmin edebilirdi ki...Eskinin yitip gitmiş, işlevsel olmayan değerlerini, çağdaş ve tarihsel önemi tartışılmaz kalıntıları yerle bir ederek, onların üzerinde yükseltmek, sanırım hiçbir şehircilik anlayışıyla örtüşmez. Bizde yapılanlar ise ne yazık ki böyle...
Bizans sarayının kalıntıları üzerine yapılan otelde konaklayıp, opera hayranı Sultan Abdülmecid’in Dolmabahçe Sarayı’nda inşa ettirdiği özel tiyatrosunda bir temsil izleyip, sonrasında, yapılışı III. Selim’e dek uzanan Topçu Kışlasının pakında bir gezinti yapmak, yaşanılan kenti tarihi bir kent konumuma sokmadığı gibi, işi basitleştirip tarihle alay etmek anlamına de gelebilir. Bir yandan gerçek tarihin üzerine otel yapacaksın, sonrasında da Taksim’in ortasına tüy diker gibi Topçu kışlasını konduracaksın. Anlaşılır gibi değil...