Siyasette dalgalanmalar -(TAMAMI)

62 yıllık demokratik parlamenter yaşamımızda son 10 yıldır olup bitenler şaşkınlık yaratacak derecede dikkat çekici.

Kimileri 2002’de AKP iktidarıyla başlayan döneme ve uygulamalara bir “karşıdevrim”, kimileri ise “ileri demokrasi” adını veriyor. Oysa demokratik yaşamın hiçbir kuralına uygun düşmeyen bir süreçtir bu. Türkiye 1950-1960 arasındaki 10 yılı, DP iktidarının büyük ölçüde demokrasiyi boşvererek “Büyüyen ve kalkınan Türkiye” sözleriyle geçirdi. Oysa dünya dönüyordu ve aydınlarımız, yazarlarımız siyasetin gündemine yeni ve çağdaş düşünceleri de eklemek istiyorlardı. 1960 yılının 27 Mayıs’ında yaşanan genç subay hareketi, işte bu aydınların, üniversitelerin ve yazarların isteklerini, toplumda biriken istemleri gerçekleştirecek bir gücü yarattı.

Neydi o istemler?

Çift meclis...

Özerk üniversite...

Bağımsız yargı...

Özgür basın...

Anayasa mahkemesi vb.

61 Anayasası, Cumhuriyet’in eksik bıraktığı bu kurumları halkın istemleri doğrultusunda gerçekleştirdi. O kadar ki hâlâ o anayasal sistemi arayıp duruyoruz. 1960’dan 1971’e kadar geçen süre içerisinde acı tatlı çok olaylar yaşamış ama ders almamış bir toplumduk. Dışımızdaki gelişmeleri, ülkenin aydınlarının hatta askerlerinin de anlayamadığı bir toplum. Oysa Soğuk Savaş’ın etkisi altında kurulan dengeler, iki süper gücün birbiriyle uğraşmasından fırsat bulup 1922’de kaybettikleri savaşın yenilgisini çıkarmaya henüz fırsat vermemişti. 1965’te ülkede bazı değişimler oldu. DP’nin yerine gelen AP, Atatürk’ün koyduğu temel ilkelere ve 61 Anayasası’nın getirdiği temel hak ve özgürlüklere dokunmadı ama Anayasa’yla oynadı.

Önce 12 Mart muhtırasıyla Türkiye’nin düzenine yeni bir unsur eklendi: Darbeler devri... Bu darbeler, 22 Şubat gibi tanklarla yapıldı ve İsmet İnönü’nün başbakanlığında bertaraf edildi.

Arkasından 21 Mayıs ve 1968’de bir kuşağın haklı taleplerine kulak asılmamasını bahane eden dışımızdaki güçler, 12 Mart muhtırasına çanak tuttu.

12 Eylül 1980 darbesi ise Cumhuriyet karşıtı güçlerin önünü açacak bir hamleydi ve bunu da siyaset önleyemedi. Çünkü artık İsmet İnönü gibi savaş alanlarından gelen bir komutan yoktu. Zamanın başbakanı Demirel ise haklı olarak “Benim topum, tüfeğim, başka ordum yok ki mücadele edeyim” diyordu.

Uzatmayalım; 12 Eylül geldi ve Kenan Evren’in şeriat özlemi çeken, iç düşmanla Türkiye’yi parçalamak isteyen tutumu, yabancıların emirlerine boyun eğen sistem Türkiye’de zorlanmadan uygulandı.

2011’de durum

Bu uygulamalar, 2011 yılı içinde bulunduğumuz şu sıralarda o kadar can yakıcı bir durum aldı ki artık “Sevr’in intikamı alınmalıdır, Türkiye bölünmelidir ve dünya bizim istediğimiz şekilde düzenlenmelidir” diyerek komutanları, subayları topladılar ve ülkeyi “korku imparatorluğuna” çeviren bir hapishane ülkesi haline getirdiler.

Şu hale bakın...

Yüzlerce kişinin tutuklulukları infaz haline dönüştürülmüş, yasalar alabildiğine siyasallaşan bir yargının elinde... Bunlar yetmiyormuş gibi şimdi Başbakan’ın hastalığı üzerine, iktidar partisi içinde bir post kavgası, muhalefette ise bir kayıkçı kavgası devam ediyor. Önemli olan “gül gibi, sümbül gibi Cumhurbaşkanı” -Söz Sayın Arınç’a aittir- mıdır, yoksa insan hak ve özgürlüklerini ortadan kaldırarak iktidarda kalmak isteyenlerin dış destekli emperyalist oyunlara alet olması mıdır? Sorun Türkiye’nin bağımsızlığını korumak mıdır, yoksa Amerika Başkan Yardımcısı Joe Biden’in uçağına binerken söylediği gibi ABD’nin taleplerini sıralaması ve giderayak Türkiye’de kimin Erdoğan’ın yerine geçeceğinin siyasi odaklarda tartışılması mıdır? Bunu anlamakta güçlük çekiyoruz.

Bir yandan da demokrasinin ellerimizden kaydığını, Cumhuriyet’in yok olmasını izliyoruz.