Siyasette kalitesizliğin yansımaları

Sadece bizde değil dünyada da siyasal alanın gündemini tuhaf olayların meşgul ettiği bir dönemden geçiyoruz. İtalya’nın eski Başbakanı Berlusconi magazin skandalları ile gündeme gelmişti. Türkiye’de beyaz gömleğinin kolları sıvalı Cem Uzan, hiçbir program önermeden ve hiç kadroya sahip olmadan üç aylık medya bombardımanı ile yüzde yedi oy alabilmişti. Geçenlerde ABD başkanı Trump korona ile mücadelede vücuda dezenfektan enjekte etmeyi önerdi. Bu arada siyasette seçmen ile adaylar arasında yeni türden bir sözleşme yapıldığını ve yalan söylemenin artık “sorun” olarak algılanmadığı hakikat-ötesi (post-truth) çağında olduğumuzu söyleyenler var. Liste uzatılabilir.

Bu tür örnekler, tuhaflıkları dışında ortak bir yöne daha sahipler. Siyasetin doğasında meydana gelen yapısal bir çarpıklaşmayı yansıtıyorlar. Cami hoparlöründen çavbella çalınmasında “muhalefet tavrı” gören kimseyle, Beşiktaş’ın orta yerinde deri kıyafetli erkeklerce üzerine “bevledilmiş” kadın yalanı üzerinden mazlumların hakkını savunma iddiasına soyunan kimse, farklı meşreplere sahip olsalar da siyaset yapmaktan ne anladıkları bakımından aynı çarpıklıkta buluşuyorlar. Siyaset yapmak kimlik beyanına indirgeniyor, müzakere zemini zayıflıyor, hesap sorma/bedel isteme üzerinden bir saflaşma oluşuyor, iktidar kişiselleşiyor, sinizm, alaycılık ve popülizm yükselirken muhalefet etmek karnaval örgütlemek anlamına gelmeye başlıyor.

Bu noktaya birden bire gelinmedi şüphesiz. 1970’lerin sonlarına doğru sosyal refah devletine açık savaş ilan edilmesi ve ardından Sovyetler Birliği’nin sahneden çekilmesiyle solun dünya ölçeğinde topyekun gerilemesi, siyasete sanılandan daha büyük zarar verdi. İlk sakıncalar, sistemin kendi iç işleyişinin üzerine kurulduğu dengelerin bozulmasında görüldü. Rakipsiz kalan neoliberal sağ hükümetler, demokrasilerin temel ilkelerinden olan hesap verilebilirlik karşısında rahatladılar. 1970’lerin sonlarında sosyal refah devletinin hantallaştığı, hükümetlerin kamu kaynaklarını sosyal amaçlarla kullanma yetkisinin yolsuzluklara imkan verdiği gibi eleştiriler yükselmekteydi. Özelleştirme, devleti ekonomiden çekerek, her şeyden önce halkın hakkını koruyacak, yolsuzlukların ortadan kalkmasını sağlayacaktı. Elinde KİT’leri, bankaları vb. olmayan liberal-sağ hükümetler, doğal olarak isteseler bile yolsuzluk yapamayacaklardı. Oysa solun geri çekilişi ve buna eşlik eden parlamentonun yürütme karşısında etkisizleştirilmesi, hem ideolojik hem kurumsal denetim mekanizmalarını zaafa uğrattı. Hesap vermeye zorlanamayan hükümetler, yolsuzluğun başka yollarını bulmakta gecikmediler. Böylece bir süre sonra siyasetin finansmanı yeniden tartışma konusu oldu.

Öte yandan solun geri çekilişi, siyasetin ideolojik temelini zayıflattı. Sağ ile solun kamu kaynaklarının yönetilmesi konusunda program odaklı tartışmasına gerek kalmadı. Böylelikle siyasetin entelektüellere, tecrübeli politikacılara, devlet adamı terbiyesine de ihtiyacı azaldı. Rakiplerinizle, ülkenin nasıl yönetilmesi, kaynakların nasıl dağıtılması gerektiğine ilişkin bir tartışmaya zorlanmazsanız, seçmeni ikna etmek için daha derinlikli, iyi düşünülmüş programlar ve bunları etkili biçimde savunacak kadrolara da ihtiyaç duymamaya başlarsınız. Sonuç, siyasal alanın daralması ve siyasetin mantığında dönüşme olur.

Bugün siyaset yapmak ile bir ürünü tüketici piyasasında “tutundurmak” arasında fark kalmadı. Dolayısıyla siyasal kampanyalar, parti kurmayları tarafından değil, imaj-maker’lar ve reklam şirketleri öncülüğünde yapılıyor. Seçmenin size “taraftar” olabilmesi için akılda kalıcı sloganlar ve liderin “marka yüzü” olarak pazarlanması gerekiyor. Bu yüzeysellik seçmenler düzeyine yeni türden bir siyasal kültür olarak yansıyor. Müzakereye kapalı kimlik beyanını siyasal bilinç zanneden, kendi iç grup referanslarını yeniden ürettikçe mutlu olan, kendi “mahallesinde” mutlu mesut yaşayıp karşı mahalleyle alay etmeyi siyaset yapmak zanneden ve/veya “karşı mahalleye” hakkında kendisine söylenen her türlü yalana inanmaya hazır insanlar…

12 Eylül koşullarından çıkış zamanlarında, Türkiye’deki seçim kampanyalarının en popüler temalarından biri “konuşan toplum” idi. Ülke sonuç olarak 12 Eylül’den çıktı. Ama solun aldığı darbeler siyasetin temeli olan karşılıklı konuşma için gereken ideolojik temeli zayıflattı. Bunun bedelini hem sol hem sağ kalitesizleşme ve yüzeysellik olarak ödüyor.

Bu şekilde çok sürmeyeceğini söyleyebiliriz. Çünkü nihayetinde siyaset kurumu, birlikte yaşamak için örgütlenmiştir ve tarafların kulakları tıkalı gözleri kapalı vaziyette karşı tarafa bağırdığı bir gürültü ortamı, bir arada yaşama ihtiyacımıza cevap oluşturmaz.