Soldaki yüzeysellik

Muhafazakâr kesimin batılılaşma, medeniyet ve ahlak ilişkisindeki hatalı bakışından bahsettiğim geçen haftaki yazımı okur okumaz arayan Prof. Dr. Ali Rıza Odabaşı, solda da batılılaşma ve medeniyet ilişkisini doğru kuramayan kesimlerin olduğunu, bundan bahsetmediğim için yazının eksik kaldığını söyledi. Tespit haklı olunca, bu hafta meselenin diğer yüzünü tartışmak farz oldu.

Bugünkü siyasi saflaşmada sosyal demokratlar milli meselelerde bile ABD’nin dümen suyuna girmelerine neden olan bir demokrasi vurgusu yapıyorlar. Bu hatalı konumlanma, sadece sosyal demokrat ve/veya Atatürkçülerde değil, solun geniş kesimlerinde iki konudaki yüzeysel kavrayış ile ilişkili görünüyor. Birincisi, emperyalizmin özellikle merkez sol/sosyal demokrasi veya kitle tabanında kendisini Atatürkçü diye tarif eden parti ve kesimlerde sadece bir jargon olarak kavranıyor olmasıdır. Bu ülkede kendisini solda tanımlayıp da emperyalizme karşı olmayan kimseyi bulamazsınız. Ama emperyalizm çağında azgelişmiş/gelişmekte olan bir ülkenin serbest piyasayı esas alan liberal yoldan kalkınma şansı var mıdır deseniz ya da devletçilik, karma ekonomi, planlama vb. gibi muasır medeniyet seviyesine çıkmanın olmazsa olmaz ekonomik şartları hakkında ne düşündüğünü sorsanız, alacağınız cevaplar emperyalizm hakkında hiçbir şey bilinmediğini gösterir. Karşınızdaki kimse size 1930’ların koşullarının farklı olduğunu, devletçiliğin günümüz koşullarına uymadığını söyleyecektir.

Ekonomi-politik temelinden kopartılmış bir liberal yaşam tarzı ve batılı kültürel değerler savunusunu “Atatürkçülük” zannederseniz, böylesi bir sıradan bilinçle, siyaset üretme ya da oy verme ölçütünüz tam bağımsızlığı mümkün kılacak tutarlı programın ne olduğu sorusu olmayacaktır. Oysa Atatürk’ün batıya yönelmesi, o dönemde medeniyetin en ileri düzeyini batının temsil etmesindendi, yoksa “batıcılıktan” değil. Ve en az bu kadar önemlisi, Atatürk, hedefe ulaşmayı imkânsız kılacak bazı tehlikeler olduğunu biliyordu. Sermayesi batılı emperyalist devletler ve devasa tekellerle eşit koşullarda rekabet etmeye yetmeyecek olan Türkiye, kamu öncülüğünde planlı karma ekonomi yaparak kalkınmak zorundaydı. Liberalizmin (ya da günümüzde küreselleşmenin) vazettiği eşit koşullarda uluslararası rekabete kalkışırsanız, 1838’de İngilizlerle yaptığı serbest ticaret anlaşmasından sonra Osmanlı’nın başına gelen sömürgeleşme sürecini bir kez daha tecrübe ederdiniz. Maalesef, Atatürk sonrasında “antiemperyalist” Atatürkçüler, bu meselelere ekonomi-politik gözlüklerle değil kültürel gözlüklerle baktıkları için batıda sadece “medeniyet” gördüler. Öte yandan, Atatürk zamanında batılı ülkelerin Türkiye’nin içinde ekonomik ve siyasal olarak örgütlenmesine izin verilmemişti. Oysa bugünün “antiemperyalist” solcuları ve Atatürkçüleri arasında maalesef planlı karma ekonomiyi savunamayan, NATO ve AB türünden yapılara karşı durmayan ve İncirlik üssü türünden içimizdeki Amerika’dan rahatsız olmayan ya da bunu birincil mesele olarak kavramayan geniş bir kesim var.

İkincisine, diyalektik akıl yürütme eksikliği diyebiliriz. Modern toplumlarda solun zihinsel kodunu oluşturan şey, düzenin emekten, dezavantajlı toplumsal gruplardan vb. yana değişmesi yönünde bir inanç veya duygusal tepki değil, değişmeyi mümkün kılacak maddi koşullara ilişkin bir tarih bilincidir. O bilinç, dünyayı ve toplumu analiz ederken kullanılan akıl yürütmede kendisini ifade eder. Her şeyi kendi iç çelişkileri ile kavrama, durağan anları değil süreçleri esas alma ve bu akıl yürütme ekseninde siyasal analiz yapma yani diyalektik. Maalesef Türkiye solunda oldukça zayıftır.

Lafa gelince her şeyin değiştiğini, aynı nehirde iki kere yıkanılamayacağını bilmeyen ve bilgiççe tekrarlamayan solcu bulamazsınız bu ülkede. Ama bu bilgiyi pratiğe uygulamaya gelince yüzeysellik duvarına toslarsınız. Süreç mantığı yerini klasik mantığa bırakır ve her şey siyahlarla beyazlardan ibaret hale gelir. Hal böyle olunca karşımıza Erdoğan’ı hala BOP eşbaşkanı zanneden, orduyu 12 Eylül 1980’deki ordu sanan sabitlenmiş anlamlar ve değerler üzerinden dünyayı anlayabileceğini varsayan bir zihin yapısı çıkıyor. Batı medeniyeti meselesinin kavranışı da bundan nasibini alıyor. Ortadoğu diktatörlükleri, Baas rejimleri gibi “siyah klişelerin” karşısına Batı’nın insan hakları, demokrasi “beyaz klişeleri” konuyor. Böylelikle AB kapısında “onurlu” bekleyiş, NATO’culuk vs. bir anda Atatürk’ün medeniyet projesinin alt başlıklarına dönüşüyor.

Solun geniş kesimleri, her şey gibi son üç yüz yıldır medeniyetin zirvesini temsil eden Batı’nın da zaman içinde bu konumunun değişeceğini diyalektik düzeyinde içselleştirilmiş olsaydı, sadece günümüzün S-400’lere, Barış Pınarı harekâtına veya HDP’ye bakıştaki çarpıklık gibi pratik saflaşmalardaki hatalardan uzak kalmayacaklardı. Aynı zamanda daha en baştan liberal yaşam tarzı solculuğu yerine ekonomi-politik analiz temelinde sağlıklı bir antiemperyalizm yapılabilecekti. Ne Atatürk’ün meseleyi “batı” diye değil, “muasır medeniyet” diye koymasındaki hikmeti anladılar ne de Ecevit’in Kıbrıs Barış Harekâtı ve sonrasındaki sosyalizan vurgular ile milliyetçiliği sentezlemesinin yarattığı siyasi formülü.