Sömürge çalıntılarıyla aydınlanma ancak bu kadar olur!

ABD’nin temellerinin atıldığı ve entellektüel açıdan en gelişmiş Doğu yakasında, bir aşağı bir yukarı çılgınca seyahat etmekteyiz. Günde 7-8 saat süren araba seyahatlerimiz ile, ülkenin önde gelen üniversitelerinde, Doğu mistisizmini yani Sufizmi ve Doğu aydınlanmasını anlatmak ile görevlendirdik kendimizi. İki hafta içinde ziyaret edip konser ve konferanslar verdiğimiz yaklaşık 10 üniversitede, profesörler ve öğrenciler ile saatlerce süren tartışmalar ve muhabbetler de yaptık.
Bu arada, her sabah ABD üniversitelerini bağışları ile destekleyen büyük paranın, İsrail’e doğrudan destek vermeyen en büyük okullara karşı tehditkar ve kaprisli açıklamalarını da okumaktayız. Daha geçen hafta Pensylvanya Üniversitesi’nin rektörünü, anti-semitizm ile suçlayıp istifasında ayak direyen İsrail lobisinin yaptıkları gürültüye şahit olmuştuk. Rektör bayanın tek suçu, İsrail’deki bu son olaylardan çok önceki bir tarihte, Filistinli yazarlar ile bir edebiyat festivali düzenlemiş olmasıydı. “Bizim bağışlarımızla sen üniversite yönetmektesin, Filistin Festivali nasıl yaparsın?” basitliğine kadar düşen bir kafa ile, dünyadaki Yahudi sermayesi saldırıya geçmiş bulunuyor gibi görünmekte. Aynı tehdit ve kaprisleri, Harvard, Stanford, Berkeley gibi dünyanın önde gelen üniversitelerine de yönelten bu çevreler, yavaş yavaş eğitime sağladıkları fonların, İsrail’e destek ile ölçülmesinde karar kıldıracaklar gibi.

PARAYI VEREN
DÜDÜĞÜ ÇALAR MI?

Güzel Türkçemizde felsefe yapan birçok atasözü arasında, bugünümüze ve anlattığımız bu hallere uyan çok güzel bir deyim vardır: “El bilmemneyi ile gerdeğe girmek” der, aziz atalarımız. Bu deyim, pratik olarak elalemin şeyi ile düğün gecesi görevleri tamamlanamayacağını en kestirmeden açıklar bize.
Bununla, üniversitelerin ve Batı’nın eğitiminin fonlanmasıdaki “bağış” yönteminin, ne denli geçersiz olduğunu da çok iyi açıklıyor atalarımız. Eğer siz yapacağınız eğitimin, vereceğiniz aydınlanmanın şartlarını, size bağış yapan milyarderlerin siyasi veya kültürel zorlamalarına kurban ederseniz, sonuç da böyle olacaktır elbette. Ondan sonra lafını edeceğiniz “bilimsel özgürlük”, “düşünce ve fikir özgürlüğü” tarzındaki o kutsallaştırdığınız kavramların zerre kadar hükmü kalmayacaktır ve kalmamıştır da.
Üniversitenizde yaptıracağınız bir bina için, para bağışlayan milyarderin adını okul binasına vermenize ses çıkarmayalım hadi. Ama bu tür bağışçıların, sizin okulunuzdaki müfredata karışmasına, eğitimini yaptıracağınız konulara müdahele etmesine bu denli izin verirseniz, sizden ancak bir “eğitim fabrikası” olur, bir aydınlanma kurumu değil. Zaten o nedenle de, artık bir “eğitim endüstrisinden” bahsetmekte tüm dünya. Yani artık amaç aydınlanma filan değil, kazanılacak para haline gelmiştir.

SÖMÜRGELERİ TALAN ET VE AYDINLAN!

Bu arada, Batı’nın aydınlanmasını şöyle tarafsızca ve yakından inceleyince, tarihi olarak nasıl Batı’nın sömürgeciliği ile birebir örtüştüğünü de görürüz. Yani bugün İsrail destekli para babalarının üniversitelere baskı yapması kadar doğal bir durumun olmadığını görmek için, bu eğitim kurumlarının tarihine kısa bir göz atmanız bile yeterli olacaktır.
Aydınlanma, tarihsel olarak kaynaklarda 1688 İngiliz Devrimiyle başlayan, 1789 Fransız Devrimiyle zirve noktasına ulaşan bir düşünce ve eylem hareketi olarak ele alınır. Bu tarih dilimi asıl ve dar anlamda Aydınlanma olarak gösterilir. Bunun sebebi de Aydınlanmanın geniş anlamda başlatılacağı tarihin çok daha öncelere dayandırılmasıdır. Aslında, modern zamanların Aydınlanmasını, 1500‘lu yıllardaki Rönesans ve Reform hareketi ile ilişkilendirerek işe başlamak gerekir. Aydınlanma dönemi, Batı dillerinde ışıklandırma anlamına gelen, İngilizce “Enlightenment”, Fransızca “L’age de lumuéres”, Almanca “Aufklarung” kelimeleri ile karşılanır. Düşüncenin özgürleşmesi, her şeyi merak etmek, aydınlatmak, kazanmak ve bir şeyle iletişim kurmak anlamlarına gelen Aydınlanma, insanın kendisini geleneklerinin, toplumunun ve inançlarının etkisinden kurtarıp, yalnızca tabii aklına dayanarak evreni ve hayatı açıklaması demektir.

YARIM KALAN SAADET

Aydınlanma 18. yüzyılda tüm Avrupa ülkelerinde olduğu kadar Kuzey Amerika’da da derin izler bırakmış bir entellektüel değişim hareketiydi. İnsan düşüncesini o tarihe kadar topluma egemen olmuş, yerleşik önyargı, doğma ve savlarından kurtararak, özgür düşüncenin önünü açmayı hedeflemişti. Fransız ve Amerikan devrimleri, kökenlerini hep Aydınlanma’dan almıştı. Aydınlanma düşüncesinin bütün 19. yüzyıl boyunca süren gelişimi, ayrıca günümüz düşüncesinin de temel dinamiklerini oluşturmaktadır. Ve Batı medeniyetinin içinde bulunduğu çöküşü açıklamak için de, bu sebepten dolayı “yarım kalmış” bir aydınlanmadan bahsetmek gerektiği açıktır. Çünkü bugün Batı’da olan biten, tam da aydınlanmanın sözde yok ettiği Engizisyon Mahkemeleri halidir.
Batı “aydınlanmasını”, kendilerinin de kabul ettiği gibi 18. ve 19. yüzyıllara dayandırırsak, şöyle bir ilginç soru çıkar ortaya: Kristof Kolomb’un 1492’de ABD’ye ulaşması ile başlayan, Batı’nın dünyayı talan etme ve tüm varlıklarını çalma faaliyeti ile, hemen ardından gelen sözde “aydınlanma” döneminin ne gibi bir ilişkisi vardır acaba? Yani İngiltere’si, İspanya’sı, Hollanda’sı, Fransa’sı ile dünyada ne buldularsa çalıp çırpıp Avrupa’ya getirenler, bu çaldıkları varlık ile mi, o öve öve bitiremedikleri ve ne idiği belirsiz “aydınlanma” çağını yaşattılar insanlarına? Bolivya’nın gümüş madenlerini, Peru’nun ve Meksika’nın altın kaynaklarını, Amerika’nın yer altı ve üstü her şeyini, ve hatta insanını bile talan ederek oluşturulan “kapital”, Batı’nın “aydınlanma” teşebbüslerinin temelini oluşturmadı mı? Yani kısacası, Batı’daki aydınlanmanın faturasını, Latin Amerika’nın, Uzak Doğu’nun, Hindistan’ın, Orta Doğu’nun, velhasılı tüm Dünya’nın yoksul insanları ödemedi mi?

TÜRK AYDINI DA BU TÜR
AYDINLANMANIN ÜRÜNÜ MÜ?

Elbette ki, çalıntı paralar üzerine inşa edilen “aydınlanma” sarayları, zamanı gelince parayı çalanlar tarafından kullanılacak ve daha büyük çalıntılar için alet-edavat vazifesi görecekti. Bu tür temelsiz ve çalıntılara dayanan bir “aydınlanmanın” elemanları olan sözde “aydınlar” da, dünyanın her tarafında bunların ajanları olarak hizmet vereceklerdi. Bizdeki aydın tayfasının kalite bozukluğu ve kolaylıkla kullanılabilirliğinin sebebi de bu olsa gerek. Ne de olsa “parayı veren düdüğü de çalar” demiş sevgili atalarımız. Bu tür bir Batı aydınlanmasının ürettiği “aydın”dan, başka türlü bir tavır da beklenebilir mi ki zaten?