Sorun unutmak değil ders çıkarmamak

Deprem bütün toplumda travma etkisi yarattı.  Fakat bir süre sonra kaçınılmaz olarak depremin izleri fiziksel ortamdan da hafızalarımızdan da silinecek. Deprem travması ile başa çıkabilmek için başta depremzedeler olmak üzere bütün toplum unutma silahına başvurmak zorunda. İnsanların psikolojik dengesini koruması buna bağlı. Yoksa sağlıklı kalamayız. Unutmak bizim en önemli silahlarımızdan biri. Özellikle kötü anıları daha çabuk unutuyoruz.

Her şeyi unutmuyoruz şüphesiz. Hem bireysel hem de kolektif hafıza seçerek hatırlıyor. Geçmişteki olumlu tecrübeler aklımızda daha canlı kalıyor. Olumsuz olanlar ise seçilerek hatırlanıyor. Örneğin 1999 Gölcük depremi günlerinin arşivlerine baktığınızda devlet müdahalesinin gecikmesi, yardımların yetersizliği ve devlet kurumları arasında koordinasyon kopukluğu eleştirilerinin havada uçuştuğunu okuyorsunuz. O günlerde yaşanan depremin “asrın felaketi” olduğu yazılıp çiziliyordu. Oysa Elbistan ve Pazarcık depremlerinde çeşitli eksikliklere işaret etmek için 1999 depremiyle mukayese edenleri gördük. Devlet o zaman hızla müdahale edip etkin çözümler üretmiş ama şimdi görüyorsunuz, geriye gitmişiz vb.

Bireysel düzlemde baktığınızda unutmakta veya yanlış hatırlamakta sorun yok. Ama kamu politikasının, isterseniz devlet aklının deyin, böyle bir hakkı olamaz. Onun işi toplumsal tecrübelerden dersler çıkarmaktır. Ders çıkarmak, olay sırasında doğru soruları sormayı gerektiriyor. Temel sorunumuz burada, yanlış sorular soruyoruz.

1999’dan beri irili ufaklı her depremde medya bizi “İstanbul depreme hazır mı”, “bu deprem öncü müydü artçı mıydı” veya “suçlu kim; müteahhit mi yapı denetim firmaları mı” soruları etrafında dönen bir gündeme mahkum ediyor. Gerçekte ise bu soruların bizimle ilgisi dolaylı. Bir depremin öncülüğü artçılığı, oradaki depremin buradakini tetikleyip tetiklemeyeceği gibi konular, jeolojinin iç tartışmaları. Farklı kuramsal yaklaşımlar ve modeller arasında gerçeği arama çabasının doğal sonuçları. Nitekim bütün tartışmalar gelip “deprem çantası nasıl hazırlanır”a dayanıyor.

Şunu iyi anlayalım: Türk toplumu deprem konusunda duyarsız değil. Evet, bir deprem kültürümüz yok. Oluşması zaman alacak ve yine kamu öncülüğünü gerektirecek. Ama daha önemlisi insanlar depreme dayanıksız binalarda oturduklarını biliyorlar. Milyonlarca yurttaş binalarını kontrol ettirdi ve yıkılma tehlikesi olduğunu biliyor. Sonuç ne?

Bu alanda üretilecek kamu politikası, televizyonlardan kamu spotları yayınlamak ya da okullarda çök kapan tutun eğitimi yaparak topu vatandaşa atmaktan ibaret değildir. Devlet, ben insanları bilinçlendirdim, gerisi onların sorunu diyemez. İnsanların binalarını kentsel dönüşüme sokmak için paraları yok. Gelir dağılımı adaletsizliği ve yoksulluk çaresizlik üretiyor. Milyonlarca insan Allah’a sığınarak adeta ölme “hakkını” kullanırcasına bekleşmektedir. Burada kamunun devreye girmesi ve kentsel dönüşümü vatandaşlara bırakmaması gerekir. Ama geçmişte Sulukule’de veya hali hazırda Tozkoparan’da olduğu gibi değil. İnsanları maliyetlerini karşılayamamaları halinde yerlerinden yurtlarından eden bir dönüşüm, özünde rant ekonomisi mantığından dışarı çıkamamış demektir.

Birkaç ay içinde Kahramanmaraş-Hatay hattında yeni konutlar inşa edildikçe yüzbinlerce konteyner ve çadır boşa çıkacak. Bunların İstanbul’da uygun yerlere nakledilerek, en tehlikeli binalarda oturanların buralara tahliyesi ve binaların yıkılması gerekiyor. Vatandaşların bireysel güçlerinin yetmediği kentsel dönüşüme güçlü bir ekonomik destek vermek şart. Bu kadar güçlü bir kamu ekonomisi inşa edebilmek için ise mülkiyet ilişkilerine dokunmak şart! Kırk yıldır uygulanan neoliberal model devleti güçsüz düşürdü. Kaybedecek zamanımız yok. Artık en ağır vergi yükleri rantiye kazançlarına bindirilmeli, üretim ayağa kaldırılmalı ve ülke kamu gücü eliyle depreme hazırlanmalıdır. Enkaz altında kalmamak için başka bir düzene ihtiyacımız var. Kamu öncülüğü, planlama ve üretime dayalı kalkınma kendisini bize bir hayat memat meselesi olarak dayatmaya başladı.