Spor ahlakı şampiyonluktan daha önemlidir
Zaman zaman yazarım. Transfer ayı futbolcular için balayıdır. İşte geldi geçiyor. Kiminin cepleri doldu kimilerinin de ileri de dolacak. Çünkü anlaşmaya karar verdiler. Kulüpler teknik adamları çamaşır değiştirir gibi değiştiriyor. Spor dünyamızda milyon eurolar sakız gibi çiğneniyor hem de asgari ücretin 900 TL olduğu bu ülkede... Kim bilir ne düşünüyordur bu insanlar? Kendi aralarındaki konuşmalara bakılırsa bazen havada uçuşan rakamlara özeniyor, bazen de bunun haksızlık olduğunu söylüyorlar.
Donanımları nedir bilmiyorum ama bazı teknik adamların ciddi sayılan gazetelerde tam sayfa posterleri bile yayınlanıyor ki, uzay âlimi Gagarin’in bile uzaydan yeryüzüne inişinde bu kadar debdebe olmamıştır. Transfer ayı yani balayı ne yazık ki, huzur ve sükun içinde devam etmiyor. Bir yenilgi durumunda, göklere çıkarttığımız teknik adamları birdenbire yerin dibine sokuyoruz. Havaya girmiş olan bu insanlar da sudan çıkmış balığa dönüyor. Böyle bir durumda kendilerine basında değil tam sayfa, tek sütün bile bulamıyorlar. Bu inişli çıkışlı ve ani değişkenli eleştiriler karşısında nasıl olur da teknik adamların psikolojisi değişmez? Etkilenmemeleri mümkün mü? Mutlaka “Ben neymişim” diye akıllarından düşünceler geçmiştir. Ne var ki, kimsenin ben neymişim demesine gerek yok. Tek seçenek vardır. O da nasıl olursa olsun şampiyonluktur. Gerisi yalandır. Yabancı ülkelerde de durum böyle değil mi? Sanmıyorum. Futbolda sanayi olmuş bazı ülkelere gitme şansım oldu. Olaya bizlerden ne kadar farklı açılardan baktıklarını gözlemleyebildim. Çünkü o ülkelerde, sporun “koşan ve yürüyen ahlak” olduğunu biliyor insanlar. Bazı ülkelerde ise sporda ne olursa olsun şampiyonluk önemli, gerisi boş. Oysa şampiyon olunur veya olunmaz. Devamlılığı yoktur. Bu sene şampiyon olursun, seneye olamayabilirsin veya tersi. Ama ahlak öyle değil. Devamlılık arz eder ve kolay kolay da değişmez. Bence ahlaklı olmak her zaman, şampiyon olmaktan daha kutsaldır. “Peki, sen bunu uyguladın mı?” diye soranlar olabilir. Uygulamaya çalıştım. Şampiyon olduktan sonra da bu işi yapamayacağımı anladım ve görevden istifa ettim.
Para babaları başında bulundukları kulübün şampiyon olmasından başka düşünmüyor. Yabancı ülkelerde bu konudaki davranış daha farklı. Takım şampiyon olur veya olmaz ama spor ahlakı toplumsal bir olaydır. Hatta belki de kalıtsal bir olaydır. Toplumbilimciler bu durumu daha iyi açıklayabilir
Bence spor ahlakı, takımın şampiyon olmasından daha önemlidir. Teknik direktörler, genelde ahlakı, özelde de spor ahlakını ön plana almalıdırlar. Görevlerine son verilmesi pahasına olsa bile...
En yakın örnek Emre. İyi bir futbolcu ama davranışları futbol ahlakından çok uzakta. Ruhsal durumu biraz karışık. Bir türlü düzeltilemiyor. Ne yöneticiler ne de teknik direktörler bu futbolcuyu feda edemedikleri gibi kaptanlık bandıyla sahaya çıkartıyorlar. “Ali kıran baş kesen” misali... Kimseden çekinmiyor ve de huylu huyundan vazgeçmiyor. Bir teknik direktörün böyle bir futbolcuda ısrar etmesinin anlamı ne olabilir diye düşündüğümüzde; “Sorumluluktan mı kaçıyor yoksa baskı mı görüyor?” soruları aklımıza geliyor. Her ikisi de bir teknik direktör için olumsuz davranışlar. Sorumluluktan kaçmak zaten teknik direktörlük göreviyle hiç bağdaşmaz. Baskı görüyorsa da bu baskıya boyun eğmemek ve bırakıp gitmek gibi bir özgürlüğü var. Emre ve onun tarzındaki futbolcular ne ilk olacaktır ne de son. Fenerbahçe’nin kaderi midir nedir? Bilmem. Her 10 yılda bir balta zar futbolcu gelir. Bizim kuşakta Beşiktaş’tan aldığımız “Kasap” lakaplı Halil Köksalan diye bir arkadaşımız vardı. Değil sahadaki futbolculara, neredeyse etrafında uçuşan sineklere bile tekme atardı.
Sonra Bursa’dan Bahtiyar isimli bir futbolcu geldi. Sahadaki davranışları bugünkü Emre’ye çok benzerdi. Bir gün yanıma çağırıp nasihat verdim. Söz verdi bana sahada centilmen olacağına dair... Ama huylu huyundan vazgeçmez derler ya. Birkaç gün sonra yapılan maçta hakeme kızıp formasını çıkardı ve yere fırlattı.
Gördüğünüz gibi Emre, her ne kadar nevi şahsına münhasır ise de kendinden öncekileri unutturmuyor ve de aynen yoluna devam ediyor. Bize de artık “Hayırlı yolculuklar olsun” demek kalıyor.
BİLGİSİ OLMADAN FİKRİ OLMAK
Yazıma, rahmetli Uğur Mumcu’nun sözleriyle başlamak istedim. İfade edilmek istenen anlam, bir edebiyat kompozisyonu olabilecek kadar geniş olmakla birlikte bu yazımın ana fikrini çok net anlatıyor.
Basın günden güne güvenilirliğini kaybediyor. Özellikle de spor basını. Çoğu yazar, bilgisi olmadığı halde fikir beyan ediyor. Sözüm ona basında yazı yazıyorlar ama tarihini okuyup donanımlarını genişletmiyorlar. Mesleğe yeni girmiş arkadaşlarımız 3 büyüklerin tarihinden söz ediyorlar. Olabilir tabii ki. Nasıl ki, bugünü anlatıyorlarsa geçmişi de hatırlatmaları gerekir zaman zaman... Ancak bunu yaparken geçmişi iyi öğrenmek ve ondan sonra söz etmek gerekir. Aksi durumda insan bir parça sıkılır. Oysa bu gün teknoloji çok ilerledi. Bilgiye çok kolay ulaşabiliyorsunuz. Amerika’daki kitapları ayağınıza kadar getirebiliyorsunuz. Bütün bunlara karşın asparagas haberler de artık beklenen ilgiyi uyandırmıyor. Çünkü artık insanlar bu tür haberlerden bıktı.
Geçtiğimiz günlerde bir söyleşide “Türkiye’de futbolcular kitap yazmamış” gibi bir yorum dikkatimi çekti. Allah Allah dedim kendi kendime, nasıl olur ki? Sadece benim yazmış olduğum 5+1 kitap var. Aslında tüm futbolcular kitap yazmış olsa ne olacak? Okumuyorsunuz ki. Bu da olayın başka bir yüzü.
Benim gibi bu konuya dikkat edenlerden telefon aldım. “Senin 6 kitabın var, bunların haberi yok mu?” diye sitemkâr bir şekilde sorular geldi. Ben de en azından kendimle ilgili olan eksik ve hatalı bilgiyi düzeltmek amacıyla kitaplarımın bilgisini veriyorum. Bu bir reklam değil, düzeltmedir. Kitaplarım: “1999 Fenerbahçe”, ayrı ayrı iki cilt halinde “Fenerbahçe Cumhuriyeti ve Cumhurbaşkanları”, “Makalelerle Fenerbahçe”, “Kolay mı Fenerbahçeli Olmak” “Ödün Vermeyen Fenerbahçeli.”
FUTBOLCU ASİST DE YAPAR, GOL DE ATAR
Fenerbahçe, zor diye düşünülen Kasımpaşa maçında 3 puanı aldı. İyi de oynadılar. Fakat yine Güney Amerikalı Diego’da büyük değişiklik yok ama bu sefer tesellisi var. İki asist yaptı. İkisi de gol oldu. Son günlerde tartışılan Kuyt da yeniden bir güven kazandı.
Diego hakkındaki halkın tesellisi “Daha ne yapsın adam; 2 asist, 2 gol” tarzında... Bana göre de; bu kadar fazla para alan bir futbolcu bunu da yapamasın mı artık? Üstelik de Alex’in alternatifi olarak transfer edilen bir oyuncu. Nedense bu futbolcu için halkın kredisi bitmiyor. Galiba bizim sporseverlerimiz futbolcuların asist yapanını ve gol yapanını ayrı ayrı düşünüyorlar. Oysa futbolda böyle bir şey yoktur. Futbolcu asist de yapar gol de atar. Örneğin Alex. Hepimizin bildiği gibi ayrı ayrı düşünülen bu iki olayı birlikte yapan adamdı. Hem asist yapar hem de gol atardı. Büyük futbolcular böyledir. Bugünkü futbolda orta alan futbolcuları diye adlandırdığımız bölüm, “half hattı” olarak nitelendirilirdi. O bölgede oynayan futbolcuların görevi sadece rakip futbolcuları durdurmak değil, uçtaki adamlara gol yaptırmaktı. Herhalde onların yaptıkları da asist idi. Bununla ilgili bir olay hatırıma geliyor: Bizim kuşakta orta alanın ortasında Donanma Kamil diye bir futbolcu vardı. Santra haf mevkiinde oynardı. Saf ama güçlü bir adamdı. Bir maç esnasında kendi kalesi önünden aldığı topu gelişigüzel bir şekilde rakip yarı sahaya, tam da Samim Var’ın önüne attı. İleriye top vermişti ama bilinçle değil. Samim Var da ayağına gelen topa vurarak bunu gole çevirdi. Tüm futbolcular Samim’i kutlamak için üzerine geldiler. Donanma Kamil de geldi. “Onu niye öpüyorsunuz? Beni öpün. Pası ben verdim” dedi. Bu da mı bir asist! Ne dersiniz?
Bütün temennimiz Diego hakkındaki umut devam etsin. Biz umut toplumuyuz.