Su ve intihar

Masamın üzerinde 80’li yılların çok satan dergilerinden Nokta’nın 6 Ağustos 1989 tarihli nüshası duruyor. Ortaokul mezunu bir genç olarak bayiden satın alıp okuduğumu ve ülkemin geleceğine dair endişe duyduğumu iyi hatırlıyorum. Kapak dosyası ilgimi çekmişti. Başlık şöyleydi: “NASA İklim Raporu Türkiye Çöl Olacak.”

Dergide yazıldığına göre, Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’ne (NASA) bağlı Goddard Instute for Space Studies adlı kuruluş Küresel İklim Değişimi (Global Climate Changes) başlıklı bir rapor hazırlamıştı. Yapılan hesaplamalara göre 2029 yılına gelindiğinde Türkiye’nin Ankara’dan başlayarak orta ve doğu bölgelerinin kurak çöl, batı bölgelerinin ise tropikal yağış alanları haline gelmesi öngörülüyordu. NASA yetkilisi Dr. Reto Ruedy, iklim değişikliğinin olumsuz etkileri bakımından Türkiye’nin en riskli ülkeler arasında yer aldığını söylemekteydi. Fakat iklim değişikliği gerçeği sadece Türkiye’yi ilgilendiren bir olgu değildi. Enstitü Başkanı Dr. James Hansen’e göre 90’lı yılların başlarında sokaktaki sıradan insan da artık dünyanın ısındığını farkedecekti. Şüphesiz bu sonuçlar bir dizi değişkene bağlı olarak yapılan ihtimal hesaplarıydı. Yani modellemelerdi. Süreç başka şekilde ilerleyebilir, öngörüler yanlış çıkabilirdi.

Yıl 2021 oldu. Yukarıda bahsettiğim çölleşme uyarısının üzerinden 32 yıl geçti. Öngörülerin bir kısmı doğru çıkmasa da, iklim değişikliği ve bunun başta su kaynakları olmak üzere yaşamımız üzerindeki etkileri artık tevil götürmez biçimde görülüyor.

Geçtiğimiz ay Cumhuriyet Kadınları Derneği (CKD), suyumuzu, vatan topraklarımızın bölünmez bütünlüğünü ve Mavi Vatanımızı savunduğumuz gibi el birliğiyle savunmak üzere, “Su Bilinci Kampanyası” başlattı. Geçen hafta ise CHP’li 22 belediye başkanı 10 maddelik su manifestosu ilan ettiler. İklim değişikliğinin nedenleri bu yazının konusu olmadığı için, açıklamalardaki ayrıntıları bir tarafa bırakıyorum. Özellikle tarımda suyun kontrolsüz kullanımının denetim altına alınması gibi açık seçik ihtiyaçlara konunun bütün uzmanları dikkat çekiyor.

Aradan geçen 32 yıl içinde milletin kaderini yönetmeye talip olmuş kaç başbakan, bakan, hükümet gördük. Acaba bunların kaçı milletin kaderini, gelecek kuşakların refahını planlamaya kafa yormuştur? Acaba kaç tanesi 32 yıl önceki uyarının gereğini yapıp su kullanımının ve su kaynaklarımızın geleceğinin planlanmasına yönelik kamu politikaları üretmeye yönelmiştir? Bunları yapmayacaklarsa niye iktidar olmak istemişlerdir peki?

Bir ülkenin su kaynaklarının planlı kullanımı gibi hayati bir sorun medyanın, kitle örgütlerinin veya belediyelerin meselesi olarak bırakılamaz. Onların yaptığı iş şüphesiz büyük bir bilinç ve sorumluluk örneğidir. Suya ilişkin duyarlılığı topluma mal etmek, hükümet üzerinde toplumsal bir baskı oluşturmak, böylece su politikası üretilmesini zorlamak gerekir. Öte yandan bu iş polemik kaldırmayacak kadar önemli ve stratejiktir. Devlet aklını ve yarınları planlamayı gerektirir. Ancak maalesef Türk siyasetinde ve siyasilerinde en çok kıtlığı çekilen şeylerin başında plan bilinci geliyor.

Atatürk Türkiye’sinden ne kadar uzağa düştüğümüzü gösteren çeşitli ölçütler kullanabiliriz. Herhalde bunlardan biri de planlamayı terk etmiş olmamızdır. Uzun vadeli stratejik düşünemeyen hükümetler, insan kaynaklarını, kalkınma önceliklerini ve doğal kaynakların kullanımını plana bağlamayan bir ülke, sadece kamusal kaynakların eşe dosta dağıtılarak heba edilmesiyle yetinmez. Milletinin kaderini, gelecek kuşakların haklarını da çarçur eder. Yandaşlarını tatmin edemeyen ya da seçmenlerin asgari beklentilerini karşılayamayan bir hükümet, seçimleri kaybedeceği için intihar etmiş sayılabilir. Ama geleceğini planlamazsa milletin kendisi intihar etmiş olur.

Su kullanımının bilinci yurttaşların bireysel sorumluluklarına, çiftçilerin tutumlu davranışlarına bırakılması bir devletin kendini inkâr etmesidir. Su planlaması kendi konforumuzla değil, gelecek kuşaklara karşı sorumluluğumuzla ilgili milli bir meseledir. Bireysel bilinç ve sorumluluklara terk edilemez.