Survivor’un dayanılmaz cazibesi

Oldukça sıcak siyasi olguların belirlediği ve de giderek yoğunlaştığı bir ortamda, kültür-sanat alanındaki olay ya da sorunlara değinmek biraz garip geliyor insana. Ama yine de yaşam devam ediyor, onca acının korkutucu boyutlara vardığı ve giderek her geçen gün dozunu attırdığı bir çizgide, biraz kaçıştan, biraz da sorunlarla baş edememenin kaçınılmaz çaresizliği ve edilgenliğinden bir başka alanlara yönelmek, onlarla avunmak zorunda kalıyoruz. Ya da bir başka deyimle, artık konuştuğumuz ve de yazdıklarımız gibi düşünmemeye, düşündüğümüz gibi de konuşmamaya yöneliyoruz.
Patlamalarla acının katlandığı günlerde hangi programları izliyoruz dersiniz. Sanırım bunun üzerine öylesine yazılıp çizildi ki, söylemeye bile gerek yok. Bunun yanıtını almak için pirime time’da izlenen programlarına nitelikleriyle izlenme oranlarına bakmak sanırım yeterli olur.
Ama birisi var ki, izlenme oranlarının yüksekliği açısından şaşırtıyor insanı. Sanki haftanın belirli günleri ona abone olduk gibi. Gencinden yaşlısına, eğitimlisinden cahiline, her yaştan ve de kesimden izleyeni var bu programın. Survivor’dan söz ettiğimiz anlaşılmıştır herhalde...
Doğrusunu söylemek gerekirse survivor’un, insanı girdabına alıp, tiryakisi yapan, davetkar ve de dayanılmaz bir cazibesi var. Bu reddedilmez cazibesinin ardında neler yatmıyor ki...Öncelikle yedinci sanat sinemanın, sıradan bir seyircinin girdabına kapılacak, beylik tüm motifleri cömertçe ve de pervasızca kullanılıyor bu programda. Yarışmaların beraberinde getirdiği mekanik bir gerilim ve beklenti, taraf tutmayı fitilleyen mağdurluk ve başarı (kahramanlık), içimizden titizlikle ayıklanmış-seçilmiş genç ve diri bedenler, açlık, başarı-başarısızlık ve de diğer güç nedenlerden oluşan karakterler zenginliği, ve bu karakterler sarkacının her salınımda değişkenlik gösteren anlık durumlar, gruplaşmanın kaçınılmaz kıldığı taraf tutmayı neredeyse zorunlu hale getiren olaylar, bir kişinin, diğerinin kişiliğiyle oynayarak kazanmaya çalıştığı kişilikler, yetenekleri aşan hırslar, ortak olunmayı zorunlu kılan dedikodular, ve de tüm bunların sonucunda izleyeni -tüm yarışma programlarında olduğu gibi- edilgin kılmayıp, aksine etkin hale getiren, onun da katılımını sağlayan, taraf olup, olup bitenler hakkında, karar verme -gerekirse bir telefonla katılımını- oluşturan vs. durumlar. Bir programdan, bundan daha fazla ne istenebilir ki? Bir çok olayda sessiz ve edilgin olan bir toplumu, herhalde etkin bir konuma getirmek de buna derler.
Ama en önemlisi, Yeşilçam’ın bildik iyi-kötü tip sığlığından, psikolojik zenginlikler içeren karakter zenginliği...Fakir kızla zengin oğlan, ya da yoksul oğlanla zengin kız arasında yıllar yılı sıkışıp kalmış bir izleyen için, böylesine oluşturulan karakter zenginliğinin albenisi, aynı zamanda kendi içinde bir star olgusunu da oluşturuyor. Yarışmanın titizlikle seçilen sivrilen kahramanlarına bakıldığında, daha önceki benzer filmlerden- pardon programlardan- aşina olduğumuz kahramanlar da hiç eksik olmuyor. Benim stilimin gereğinden fazla hazırcavap ve konuşkan genç kızı ya da Ütopya’nın o malum olayla gündeme gelen delikanlısı, yalnızca karşımıza bu programların starları, dahası reytin makineleri olarak gelmiyor, onun da ötesinde, köşeyi, bedeli ödenmiş ya da ödenecek bir emek-eğitimle değil de, böylesine bir programla -ya da benzeri yarışmalarla- dönmeyi amaçlayan kimi gençliğe bir rol model olarak da sunuluyor... Ve üstelik bu sunulanlar, halkın oylarıyla yapılan bir seçimle de meşrulaştırılıp taçlandırılıyor...
Survivor’u, yaşadığımız günlere gönderme yaparak ister kaçış, ister sığınma, ister avunma olarak algılayın, ama sonuçta o; hepimizin gizlice, kimi zaman bir günah işlercesine, kimselere söylemeye cesaret etmezcesine soluk soluğa iizlediği bir program da ayrıca....Çünkü survivor; Bertolt Brecht’in, Hollywood sinemasına gönderme yaptığı gibi, “yaşlı bir yosmanın tüm hünerlerine sahip reddedilmez bir cazibe...”