T a m a m y a T a m a m!

Geçen konuşuldu, yitip gitti. Klip bile çektiler, izleyen kaç kişi oy vereceği adayı değiştirdi bilmem. Anlı şanlı vekiller, entelektüeller bile polis memuru gibi TAMAM yazıp durdu. İnsanlar, bedenleriyle TAMAM yazıp fotoğraf çektirdi. Ne çok bıkmışız, açık... Daha mühimi nasıl çaresiziz...

Pavese, 18 Ağustos 1950 günü defterine şöyle yazar: “Tiksiniyorum bütün bunlardan. Sözler değil. Eylem. Artık yazmayacağım...” Hak yemem, eylem yapıldı, TAMAM diye pankart açıldı. O ara dolar yükseldi. İsrail Filistin’i vurdu. Sen sanki çok mu şey yaptın diyerek, hayatında oyun çubuğundan başka şey tutmayı becerememiş sivilceli çocuklar küfür yağdırdı ben fakire. Bu çocuklar, oy verecekleri partiler, İsrail Suriye’yi vurduğunda sessiz kalırken, Filistin vurulduğunda tepki göstermesine değil, bana kızdı. Ne diyordu Erasmus, “suus cuique crepitus bene olet”, herkese kendi osuruğu tatlı gelir.

Derdin ne adam, millet rahatlıyor, diyeceksin. Ona karışan yok, işlevi sorguluyorum. Güya TAMAM’dan çok korkmuş iktidar. Pardon? Üç harften mi korkacaklar, sosyal medyayı yasaklarlar biter. Biz Wikipedia’ya bile yasaklı olduğundan bin türlü dümenle girmekteyiz; parti yok, örgüt yok, neyimizden korksunlar.

Eylem, diyerek intihar etti Pavese. Türkiye de intiharın eşiğinde; TAMAM yazıyor! Seçim programlarının dörde bölünmüş ekranlardaki bulantı veren kafalardan bıktık! Hangi uzun vadeli yönetim planı seçilecek, karar verdik mi? Kriz nasıl aşılacak? Vaat tamam, program ne? Dünyayla ilişkiler? Katil ABD ile mi yürünecek; ya Nato üsleri? Saz çalabilen lider yeter diyorsan başka. Avam esprilerle ülke yönetilecekse, bir de kötü hikâye kitabın varsa oluyor mu yani; o berbat kitap İtalyancaya bile çevrildi; seneye Sait Faik Öykü Ödülü de alır! Almayan kaldı mı yahu, ona da versinler, hem güzel gülüyor. Adayım solcu mu diyorsun, soru basit: Diyarbakır’daki Şeyh Sait heykeli ne? Etraftaki yağlı samimiyet yeterli mi? Katil devlet diye alkış toplayıp o devlete vekil durmak nedir? Bunlar bizi bağlamaz.

Biliyorum kızgınız. Oylar çalınır mı; korkuyoruz. Uykumuz kaçıyor, başka memleket yok. Çocuğumuzun geleceği? İşten atılır mıyız? Savaş çıkar mı? Parası olan gitti Kanada’ya. Bizeyse Mahzuni’nin şiirindeki gibi “çok Aliler gördük Osman çıktılar, birkaç türlü puşttan gayrı” ne kaldı! Fakat gam değil; açarız telefonu, Twitter’dan mimleriz birini, faşist olur, Perinçekçi olur, Allah ne verdiyse yapıştırırız! Fikir değil, beşer severiz çünkü. Hakikatle derdimiz, beşer düzeyinde. Durduğumuz yerden kımıldamamak şeref. Ayda bir sevgili değiştiren ergen, çatar, başkası iki fikir değiştirse. Fikirlerimin sahibiyim, kölesi değil, diyen Cenap Şahabettin buralarda bilinmez çünkü!

Biliyorum, endişeliyiz. Bu gıcıklı coşkudan sonra ne olacak, bilmiyoruz. Bir zamanlar Emek Sineması’nı yıktırtmayacak, AKM’ye dokundurtmayacak, Narmanlı Han’a el sürdürtmeyecektik; Twitter vardı. Unutursak kalbimiz kuruyacaktı! Gelgelelim yapay gündemimizden haberi yoktu Beypazarlı Hasan Amca’nın, dalından yeni kopardığı domatesi kokluyordu, içi nasıl kırmızı, çekirdekler güneş rengiydi; çay demlenmekteydi köşede nar çiçeği. Cumalıkızık’ta ahududu satan yirmi dört yaşında, iki çocuk annesi miyop Nermin; kimlerin faşist olduğu konusunda doktora yapmadı; insanların çoğunun neden böyle bedbaht olduğunu düşünmedi hiç. Ramazanda pide pahalı diye bozuluyor. Küçükken Kuran kursuna gitmiş. Çocuk tacizlerinden rahatsız. Üçüncüye hamile. İnterneti yok Nermin’in; olsa sahur saatine bakacak; gelgelelim kime, neden oy vereceğini biliyor.

Bizse öyle çok biliyoruz ki her konu hakkında fikrimiz var. Yeşilimiz ekran yeşili, yapraksa nasıl canlı ağaçta. Yaprak, rüzgârda uçuşan yeşil. Hayat, ekranın başında değil, dışarda, biz dokunmadan akıyor. Yaprak biliyor ne yapacağını, Nermin de, Hasan Amca da. Bilmeyen biziz.