Tahran Zirvesi: İdare edilebilen zorluklar, kazanılmış fırsatlardır

Tahran 75 yıl sonra tarihi önemdeki bir zirveye ev sahipliği yaptı. 1943 senesinde, Sovyetler Birliği, Birleşik Krallık ve ABD’yi temsilen Devlet Başkanları Stalin, Churchill ve Roosevelt Nazi Almanyası’na karşı mücadelede izlenecek ortak siyasetleri konuşmak üzere Tahran’da bir araya gelmişlerdi. Toplantıda varılan mutabakat, Nazi ordularının yenilgisi ile sonuçlanacak İkinci Dünya Savaşı’nın bitişine giden süreci başlatmıştı.

Bugün, Türkiye, İran ve Rusya, 75 yıl sonra, Suriye’de patlak veren ve aslında vekaleten dünya savaşı diyebileceğimiz, bir süreçle ilgili ortak kararlar almak üzere bir araya geldi. Toplantının ana konusunu oluşturan İdlib ve bu şehirle ilgili alınan kararlar, bir şehrin kaderinden çok daha fazlasını, gelecek on yıllara damgasını vuracak bir saflaşmanın tereddütlü adımları olarak tarihe yazılacaktır. Siyasi olayları, tarihsel süreci yok sayarak, sadece anlık gelişmeler ve söylemler üzerinden değerlendirmek bizi hatalara sevk edecektir. Başka bir deyişle, günlük gelişmeler, tarihsel süreçten ayrı bir şekilde değerlendirilirse, çıkarılacak sonuçlar bir anlam ifade etmezler.

Tahran Bildirisi’ni de, Türkiye’nin dahil olduğu bölge kuvvetlerinin ABD’yle olan çelişkilerini ve Astana inisiyatifinin önemini yadsıyarak değerlendirmek yanlış olacaktır. 1952’den bu yana NATO üyesi ve Atlantik Kampı’nın parçası olan Türkiye, bugün vekaleten dünya savaşının yaşandığı Suriye’de çözümü Rusya ve İran’la aramaktadır. Tahran Zirvesi’ni incelerken, bu gerçeği kafamızın bir köşesinde tutmamızda yarar vardır. Zirve’ye ve sonuç bildirisine dönersek;

İDLİB’DE ZIMNİ MUTABAKAT

Ulusal ve uluslararası basın maalesef bir iki istisna dışında, toplantıdan çıkan sonuç bildirgesi yerine, toplantının basına açık kısımlarında liderlerin yaptıkları açıklamaları öne çıkarmayı tercih ettiler. Bu tercihin altında elbette ideolojik nedenler mevcut. Atlantik Kampının sözcüsü haline gelmiş olan basın organları, Türkiye, İran ve Rusya arasındaki mutabakatlardan çok ihtilafları öne çıkartarak, zirve başarısız havası yaratmaya çalışıyorlar. Oysa, bildirinin altına imza atmış liderlerin, basına açık bölümlerde bildiriyle çelişen ifadeler kullanması, basit bir iç ve dış siyasi gerekliliği olarak, toplantı dışı unsurlara mesaj verme kaygısının bir sonucudur. Bu noktada, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “ateşkes” ibaresi içermeyen sonuç bildirisine imza atmasına rağmen, basına açık bölümde “Üçüncü madde güzel diplomatik dilde biz anlarız ama burada ateşkes ifadesini koyarsa bu işi çok daha güçlendirecektir” ifadelerini kullanması, toplantı dışı unsurlara mesaj kaygısının iyi bir örneğidir.

Sayın Erdoğan’ın söz konusu ifadeleri, altına imza attığı bildirinin 3. maddesinde yer alan “Bu çerçevede, İdlib gerginliği azaltma bölgesindeki durumu görüşmüşler ve bu konuyu yukarıda belirtilen ilkelere ve Astana formatını tanımlayan işbirliği ruhuna uygun olarak ele almayı kararlaştırmışlardır” ibarelerini kabul ettiği gerçeğini değiştirmez. Bu maddede geçen “yukarıda belirtilen ilkeler “ ibaresi, bildirinin 2.maddesinde “Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliği, bağımsızlığı, birliği ve toprak bütünlüğü ile BM Şartı’nın amaç ve ilkeleri” olarak tanımlanmıştır. Kısaca, İdlib konusunda tarafların tamamı Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliği, bağımsızlığı ve toprak bütünlüğünü gözeterek hareket etmeyi kabul etmiştir. Türkiye, söz konusu bildiriye imza atarak dolaylı yoldan, İdlib’in silahlı gruplardan temizlenmesini kabul etmiştir.

SURİYE’YE VERİLEN MESAJ

Toplantı sonrası basına verilen mesajlar, sahada iletişim halinde olunan ülke ve gruplara yönelik mesajlardan ibarettir. Bu noktada bir diğer örnek, bildirinin 1. maddesinde yer alan “(taraf ülkeler) Suriye’nin egemenliği ve toprak bütünlüğü ile komşu ülkelerin ulusal güvenliğini zayıflatmayı amaçlayan ayrılıkçı gündemlere karşı durma kararlılıklarını ifade etmişlerdir” ibaresine rağmen Rusya Devlet Başkanı Putin’in basın toplantısında PKK/PYD’ye değinmeden “Fırat’ın doğusundaki düğümü çözelim” ifadelerini kullanmasıdır. İlgili maddede geçen “ayrılıkçı gündemlere” ifadesi ile PKK/PYD’nin işaret edildiği açıktır.

Putin, bildiriye imza atarak, Fırat’ın doğusundaki ayrılıkçı örgüte karşı tavır almıştır. Basın toplantısında kullandığı muğlak ifade ise, süreç içinde yaşanabilecek gelişmeler karşısında esnek bir siyaset izleyebilmek için, Rusya’ya yer açma çabasından ibarettir. Fakat bu olguyu, yani Rusya’nın, Fırat’ın doğusu ile ilgili olarak Türkiye ve İran’la ortak bir tavır sergilediği gerçeğini değiştirmez. Tahran Bildirisi’nin 2.maddesinde yer alan “(taraf ülkeler) Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliği, bağımsızlığı, birliği ve toprak bütünlüğü ile BM Şartı’nın amaç ve ilkelerine olan kuvvetli ve devam eden taahhütlerini vurgulamış” ibaresi ile Türkiye, Beşar Esad yönetimini tanımıştır. İdlib’i ele alan 3. maddede yer alan “Astana formatını tanımlayan işbirliği ruhuna uygun olarak ele almayı kararlaştırmışlardır” ifadeleri, taraf ülkeler arasında İdlib üzerinde zımni bir anlaşmaya varıldığını göstermektedir. Yine aynı maddedeki IŞID, Nusra ve El Kaide dışında kalan grupların “ateşkes rejimine katılmış veya katılacak olan silahlı muhalif gruplardan ayrıştırılması” ifadeleri ile yukarıda sayılan örgütler dışındaki gruplarla ateşkes ve anlaşma imkanı olduğu vurgulanmıştır.

7, 8 ve 9. Maddeler ise İdlib’de yaşanabilecek bir göç ihtimaline karşı, bildirinin taraflarının ortak hareket edebileceklerinin işaretlerini vermektedir. Tahran Bildirisi ışığında, önümüzdeki günlerde Rus kuvvetlerinin İdlib’de düzenlediği operasyonların düşük yoğunlukta devam edeceği ve bu suretle bölgede faaliyet gösteren gruplarla Türkiye aracılığı ile anlaşma yollarının aranacağı söylenebilir. Sürecin zor olacağı açık fakat 1943 Tahran Zirvesi’ne katılan Birleşik Krallık Başbakanı Churchill’in de ifade ettiği gibi “İdare edilebilen zorluklar, kazanılmış fırsatlardır.” Türkiye’nin eline geçen fırsatları değerlendirmeyi bilen devlet geleneğine inancımız tamdır.