Tamamlanınca eksik...

Öyle geceleri bilirsin değil mi! Yazdır, pencere biraz açık, tül uçuşmakta, dışarıda dünyada ilk bulunan tekerliği andıran gümüşlü bir ay nazlı gelinlerce göstermekte kendini. Ötede dalga sesleri, pansiyondasın, tüm gün deniz, kum, güneş yapayalnızsın, okumuş, yazmışsın; akşam da biraz içilmiş, uyuyacaksın. Fakat o ilk vızıltı. Aman Allah... En sevmediğim şey yaz gecesi uyku arasında duyulan o ilk sivrisinek vızıltısı. Önce şöylece geçer üzerinden şerefsiz. Tedirgin olursun. Acaba sinek midir değil midir? Uyuyacak yerde başlarsın beklemeye. Zira kesinlik iyidir. Bir süre sessizlik olunca, tam emin olamasan da yok herhalde dersin, değil. Ama içinde bir şey, tam olarak karar vermek zorundadır. Uğraş dur şimdi. Yarım kalan şeyler daha kalıcıdır. Beklersin. Nihayet sinek olduğu anlaşılır. İşte şimdi işin yoksa uğraş dur.

Nedir yani Caymaz, diyorsun, biliyorum. Bluma Zeigarnik’ten söz edeceğim diyorum. Genç hanımefendi, 1920’lerde bir öğlen vakti, psikolog arkadaşlarıyla Berlin’de bir restorana gider. Garson gelir, tek tek herkesten sipariş alır. Genç hanım, olan bitene dikkatle bakmaktadır. Dikkatle bakmaktır çünkü bilim, hiçbir şeyi atlamamak gerekir, hayat ve sanat ancak böyle güzel kılınabilir. Genç kadın, garsonumuzun, beş altı kişilik siparişi hiçbir şekilde not etmediğini, kâğıt kalem kullanmadığını fark eder. Yemeklerini yiyip hep birlikte mekândan ayrıldıktan sonra atkısını unuttuğunu fark edip geri döner. Az önce muhatap oldukları garsona sorar. Garson, onu çoktan unutmuştur. Bluma, bu duruma şaşırıp tüm siparişleri akılda tuttuğu halde kendisini nasıl hatırlayamadığını sorar. Adam siparişleri sadece servis sırasında kısa bir an hatırladığını, işi bittikten sonra sonsuza dek hafızadan sildiğini anlatır. Bilim merakla, “neden böyle oluyor” sorusuyla başlar. Her şeyi bilenlerin yaşadığı ortamlarda o yüzden yeşermez.

Dolayısıyla araştırmaya başlar genç kadın. Deneyler yapar, çalışır. İlk deneyde, boncuk dizimi yaptırır. Birkaç kez, belli renkteki boncukları, verilen sıraya göre dizdirir. Dizim sırasında, katılımcıları engelleyip işlerini yarım bıraktırır. Aradan belli zaman geçtikten sonra hangi dizimlerin akılda kaldığını sorar. Herkes, yarım bıraktırılan dizimleri hatırlar. Kesilen, yarım kalan görevlerin ayrıntıları, daha iyi hatırlanmaktadır.

Diğer deneyde, katılanlardan okudukları romanı detaylarıyla anlatmaları istenir. Önceki işleri tamamlanmadığından romana tam anlamıyla konsantre olamadıkları ve detayları yeterince hatırlayamadıkları görülür. Bir başka gruptan da aynı şey istenir ancak bu sefer durum farklıdır. Çünkü bu kez, öncesinde yarım bıraktıkları işleri tamamlamak konusunda plan yapmalarına izin verilmiştir. Sonuçta iş tamamlama konusunda plan yapabilenler, okudukları romana dair detayları; diğer gruba göre daha iyi hatırlar. Zihin, kişiye, yeni bir işe rahat geçebilmesi için, önce yarım bıraktığını tamamla diye baskı yapmaktadır. Bilinç dışı çalışan kısım, bilinçli çalışan kısma, hadi kardeşim, yapabileceğin bu kadar mı der, tam duy hele şu sesi, emin ol da ona göre ya uyur ya da kalkar ışıkları açıp alırsın eline terliğini diyordur.

Zeigarnik’ten altmış yıl sonra Kenneth McGraw, bu kez katılımcılara ödül karşılığında zor bir yapboz verir. Deney başladıktan belli süre sonra yapbozun tamamlanmasına fırsat verilmeyerek süreç bitirilir. Katılımcıların ücreti ödenir; uzmanlar, laboratuvardan ayrılır. Ne ki bu bir senaryodur. Asıl gerçek deney başlamaktadır. Katılımcıların çoğu, iş bittiği, para alındığı halde, masadan kalkmayıp yapbozu tamamlamaya çalışır.

Beyin, toplum ve çevreyle işlenip bilincin dışında sorumluluk duygusu yükler insana. Yani sorumluluk, bu nefis organın sonradan gelişen müthiş yanına ait değil; beyin sapından sonra en eski yanımız limbik sistemden, düşünen yeni gelişmiş tarafa (prefrontal derler asıl alana) gönderdiği sinyallerle gündeme geliyor. Çok eski bir güdü demek istiyorum. Avcı toplayıcı zamanda, erkekler, elde ettiği besini eve götürerek başlatmış döngüyü, böylece, sorumluluk, dölün devamını sağlayacak bireylerin ve benzer üyelerin korunduğu bir mekanizmanın parçası olmuş. Ayrıca bu sorumluluk mekanizması, bireyi ve içinde yaşadığı grubu, tehlikeden korumak adına, görevi yarım bırakmamaya zorlamış olmalı bizi. Şu evrim denen mükemmel kuyu! İnsanlar, bütün olanla başa çıkabilmek için, zaman içinde eksikliğe karşı duyarlı davranmaya uyarlanmış demek...

Kısacası gözüm, ana fikir şudur yani: Yarım kalmış, kesintiye uğramış işler, tamamlanmış olanlardan daha kolay ve net hatırlanıyor. Bir şekilde bölünmüş her etkinlik, bölünmemiş olandan daha üstün. O yüzden iyi diziler hep çok heyecanlı yerlerinde yarım kalır ki sonraki bölüme dek unutulmasın. Dizilerin önemli yerini yarıda kesip araya giren reklam da bu yüzden önemlidir. Sınavdan çıkan öğrenci, sürekli çözemediği o problemi düşünür, kimse zaten havada karada çözmüş olduklarını umursamaz. İnsan boşandığı eşini ya da yıllarca birlikte olup ayrıldığı sevgilisini kolayca hatırlayamazken yazık ki gerçekleşmemiş bir aşkı daha fazla anımsar. Çeşitli sebepler yüzünden yarım kalmış bir yaz tatili, bitip gitmiş olanların tümünden daha acımasız biçimde cezbeder kişiyi. Cesedi bulunamadığı için belirli bir mezarı olmayan ölülerin; doğru teşhis edilemediği için öldüğü kesinleşmemiş kişilerin yaşayanlar arasında sürekli aranması, gündelik hayatta karşılaşılan ilgisiz kişilere benzetilmesi de hep bu yüzdendir. Şehrazat, ölmemek için bin gece boyunca masalı hep yarım bırakmıştır. Tamamlanınca, eksik kalır.