Tarih ve doğaya karşı anlaşılmaz düşmanlık
Kentlerin geçmişe ilişkin kimlikleri, kırsalın ise, o görkemli doğası durmadan tahrip edilip yıkılıyor, yakılıyor, değişim-dönüşüme uğrayarak yok ediliyor. İlkinde, yeterli bir tarihi bilince sahip olmamanın ezikliği ve nefreti, diğerinde ise rant ekonomisi yatıyor. Gün geçmiyor ki, geçmişin nice izlerini taşıyan değerli bir tarihi eser yok edilip, hala bakir kalabilen bir doğa güzelliği yok edilmesin. Doğayı ve tarihi yok etmek, neredeyse hırslarımızın, bitmez tükenmez isteklerimizin bir geleneği oldu.
Örneğin; İstanbul’un dünyada eşine benzerine rastlanmayacak tarihi yarımadası neredeyse altı üstüne getirilebilecek bir şekilde kazılıp talan ediliyor. Bu yarımadanın neresinde kazmayı yarım metre derine vursanız, altından tarihi fışkırıyor. Ama bu anlaşılmaz ve bağışlanmaz kıyıma hiç kimse, ama hiç kimse karşı çıkamıyor. Kazmaların ve de kepçelerin hızına yetişmek mümkün değil.
İstanbul son elli yılında değil, hatta yirmi yılında değil, son beş yılında yitirdikleri tarihi eserlerin ya da kent kimliğinin belleğine işlenmiş yapılarının sayısı hiç de kabul edilecek bir sayıda değil. Beyoğlu’nun son beş yılında yitirdiği değerler bile sayılmayacak denli çok. Kentler değişiyor, doğru, ama geçmişin tüm izlerini yerle bir ederek geleceğe hiçbir şey bırakmamacasına. Her kent kimliğini giderek belliğini yitirip, bir başka, tarif edilmeyecek bir görünümün içine itiliyor. Bu görünümün geçmişle elle tutulur, gözle görülür hiçbir bağlantısı yok. Bir çeşit kimliksizlik.
Estetikten uzak yapılar
Kentlerin içi boşaltılıp kimliksizleştirme eylemi hızla sürerken, sanki o kentlilerle alay edercesine, dışlarına Selçuk ya da Osmanlı esintileri taşıyan, hiçbir estetik değeri olmayan kapılar yapılıyor. Sanki o kente giriş yapanlara, bu kentte eskiye ilişkin görüp göreceğiniz yalnızca bu kapılar dercesine.
Yalnızca kıyımdan, yıkımdan nasibini alan tarihi eserler mi? Değil elbet... Çünkü yıkma, yok etme hırsı yalnızca tarihi eserlerle sınırlı kalmıyor, giderek doğayı da içine alarak onu da değişime dönüşme uğratıyor. Örnek mi? İşte Datça. Bu güzelim belde de kepçelerin ve kazmaların hedefinde. Yapılaşma yasağı olan bu beldenin imara açılması, bir daha geri dönülmeyecek bir kıyımın da, ne ilk ne de son olan doğa kıyımlarının bir başka örneğini oluşturuyor.
Geleceğe devredilecek tarih ve doğa gibi bir mirasın, bu denli hoyratça, sorumsuzca değişime-dönüşüme uğratılması bağışlanmayacak, kabul edilmeyecek bir davranış, tutum ya da tavır olduğunu söylemeye gerek yok. Hem geçmişten bu denli söz edip, övüneceksiniz, hem de geçmişin üzerinden dozerleri geçirip yok edeceksiniz. Bunu anlamak, anlayabilmek, mümkün değil.
Bir yanda, İstanbul’un altındaki, nice medeniyetlere sahiplik yapmış tarihi doku, öbür yanda ise Datça’nın üstündeki doğa yok ediliyor. Galiba, hırsın ve sorumsuzluğun altı üstü olmuyor. Rant nerdeyse kepçe ile kazma da orda. Geçmişimiz de, geleceğimizde ne yazık ki bir kazmanın ucunda.