Tarihi eserler geri dönüyor
Geçen günlerde oldukça yoğun gündemin gölgesinde kalan ancak tarihi eserlerimizin sahiplenmesi açısından önemli sayılabilecek bir olaya tanıklık ettik. Olay; Yunanistan’ın Kipi sınır kapısında, Yunan makamlarınca şüphe üzerine yarılan bir aramada MÖ. 7’nci yüzyıldan MÖ. 5’inci yüzyıla kadar süren tarih aralığında basılmış; aralarında Tarsus, Side, Aspendos, Soli-Pompeipolis ‘de ait olan 1055 gümüş sikkenin ele geçirilmesi idi.
Yunan-Türk nümizmatların sikkeler üzerinde ortaklaşa yaptıkları incelemede ele geçirilen sikkelerin tarihte ilk sikkeyi basan Lidyalılara ait olduğu ortaya çıkınca bunların iadesi söz konusu olmuş ve en üst düzeydeki temaslar sonucunda da bu önemli buluntuların ait oldukları topraklara geri dönmesi sağlanmıştır.
Böylece iadesi sağlanan son eserlerle birlikte bu yıl 1149, 2018 yılından bu yana 8 bin 953, 2002 yılından bu yana ise 13 bin 268 eser ait olduğu topraklara dönmüştür.
Elbette ki bu sikkeler, dış ülkelere pazarlanmak için sınır kapısında yakalanan ilk sikkeler değildir. Yıllar yılı bu yolla sayıları ve nitelikleri bilinmeyecek kadar çok nice eserlerimiz kaçırılmış, birçoğu Avrupalı ve Amerikalı koleksiyoncularla, çeşitli müzelere adeta servis edilmişlerdi.
Bugün dünyanın her bir müzesinde Küçük Asya’dan (Anadolu’dan) sayıları değişebilen birçok esere rastlamak mümkündür. Dünyada en çok tarihi eser kaçırılan ülkelerin başında ne yazık ki Türkiye ile Yunanistan gelmektedir. Ülkemiz bu alandaki oldukça üzücü olan liderliğini uzun yıllar sürdürmüştür.
Yoğun gündemin arasında amiyane bir tanımlama ile güme giden bu olayın bir değil, birkaç önemi var.
İlki, Kültür Bakanlığımızın bu konuda eskiye oranla kıyaslanmayacak kadar ciddi, kararlı ve sonuç alıcı çalışmalara el atmış olmasıdır.
Geçmişte “taş parçası değil mi verin gitsin…” ya da kimi Kültür Bakanlarımızın “bize Selçuk ve Osmanlı eserleri yeter, gerisi boş...” gibi bırakın tarihi eser kaçakçılığını önleyici, adeta teşvik edici söylemleri sonucu nice eserlerim kaçırılarak dünyanın çeşitli koleksiyoncularıyla müzelerine satılmıştır.
Ancak günümüzde bu alanda eğitilmiş bir kadronun, adeta “arkeoloji dedektifliği” yaparak bize ait dünyadaki tarihi eserlerin peşine düşmesi, kimi zaman uzun yıllar alsa da peşlerini bırakmayarak iadelerini sağlaması bu konuda yapılan çalışmaların en önde geleni olmuştur.
Bu eserlerin Yunan sınır kapısında ele geçirilerek sonrasında iki ülke Kültür Bakanlarının yaptığı bir anlaşma/tören sonucu iade edilmesi, yanılmıyorsam bu alanda en üst düzeyde yapılmış bir ilki oluşturuyor.
Sözü edilen alanda birçok kayıplar vermiş iki ülkenin geç de olsa üst düzeyde görüşmeler yapıp, öteden beri bir slogan olmanın ötesinde bir anlam taşımayan “her eser doğduğu/kaçırıldığı topraklara aittir” ilkesini gerçekleştirmiştir.
Ancak, bakanlığımız tarafından yurt dışına kaçırılan tarihi eserlere ilişkin sürdürülen bu tür çalışmalar istenilen ve arzu edilen bir düzeyde midir? Buna olumlu bir yanıt vermek elbette ki mümkün değildir. Bize ait olup da iade edilen eserler, nitelik ve nicelik olarak bir açıdan oldukça görkemli bir şölen yemeğinden yere dökülen kırıntılar kadar değerlidir.
Troia ile Bergama Sunağı arasındaki zaman diliminde kalan binlercesine erişebilmek için ise biraz daha beklemek gerekiyor. Sanırım bu sonuç alıcı adımlar belki önümüzdeki yıllarda dününün düşünülmesi bile “olanaksız” olan bu alandaki kimi geleneksel isteklerimizi “niye olmasın”a çevirebilir…
Ülkemizde tarihi eser kaçakçılığının eskisi denli yoğun olmamasının bir diğer nedeni ise, bu konuda çalışmalar (!) yapanların Küçük Asya yerine önceleri Irak, günümüzde ise Suriye üzerinde odaklaşarak Mezopotamya’yı soyma peşinde olmalarından kaynaklanmaktadır.
Savaş; yalnızca insanların yitip gitmelerini değil, kimi ülkelerin geleceğini de çalarak belleğinin silinmesine neden oluyor. Bir açıdan Küçük Asya ile Mezopotamya’nın kaderi bu…