Tarihi yapıların kaçınılmaz yazgısı

Her geçen gün kentli olma -daha doğrusu olabilme- bilincini yitiriyoruz. Unutkanlıktan değil, bilmezlikten, yaşadığımız kente yabancılaşmaktan, biraz da umarsızlığımızdan kaynaklanan bir yitirilme bu. Kentsel değişim- dönüşüm sürecinin, olabildiğince hızlı, sağlıksız ve de garip bir talan felsefesiyle yapıldığı bir dönemde , paranın ve talanın egemenliğine karşı durmanın ne denli zor olduğu da bir gerçektir.

Bizler kentli olma bilincini yitirirken, kent de ne yazık ki kendi kimliğini yitirmeye başlar. “Bilinç” ile “kimlik” eşit ağırlıklı bir terazinin kefeleri gibidir. Birinle oynarsınız, diğerinin dengesi mutlaka bozulur.

Bir kentin kimliğini oluşturan en temel ögelerden biri de hiç kuşku yok ki düş şatoları, yani sinema salonlarıdır. Herhangi bir kentin ayak basılan alanlarından bir geometri oluşturulsa, ortaya çıkan şeklin en fazla düş şatolarının önünde yoğunlaştığını , odaklaştığını görürüz. Çünkü sinemalar yalnızca en fazla gidip- gelenin mekanları değil, onun da ötesinde en fazla anıların yoğunlaştığı, yaşandığı ve yaşatıldığı yerledir de ayrıca. Sinemalar bir kentin anı depoları değil; yaşayan, üreten, anı üstüne anı ekleyen canlı müzeleridir. Bu müzelerde yalnızca bir kuşağın değil, birkaç kuşağın anıları harmanlanıp teşhir edilir. Herkesin, her kentlinin bu müzenin vitrinlerine armağan edeceği bir anısı olmuştur mutlaka. Anne ya da babamızın elimizden tutarak götürüp çocuksu yaşlarda izlediğimiz o muhteşem filmlere, daha sonraları, yeni yetme çağımızda arkadaşlarımızla, sevgilimizle hiç gitmedik mi? İlk dokunuşları, anlatılmaz utangaçlıkları, gün ışığında cesaret edemediğimiz eylemleri bu düş şatoların bizlere cesaret veren loşluğunda ve perdedekilerin tanıklığında gerçeğe dönüştürmedik mi? Sonra biz çocuklarımızın ellerinden tutarak bu salonlara götürmeye başladık. Giderek torunlarımız aynı çatının altında, aynı perdenin önünde, benzer duyguları ve anıları yaşamaya başlamadılar mı? İşte böyledir sinema salonları. Çocukluğumuzdan, yeni yetmeliğimize, olgunluktan yaşlılığımıza dek her bir dönemin anılarını saklayan, filmlerle örtüştüren, sanki hiç değişmeyecekmiş gibi zamana direnerek duran birer anıt gibidirler.

Şimdi bu tarihi anıtların bir bir değil, toptan anlaşılmaz ve de kabullenilmez bir kentçilik anlayışla yıkıldığını görüyoruz. Ne yazık ki bu kıyım karşısında hiç kimsenin sesi bile çıkmıyor. Yılgınlıktan ya da çekingenlikten değil, yıkılanların ne olduğunun bilinmezliğinden. Çünkü bu tür yıkımlar “önce unuttur, sonra yık” taktiği ile yapıldığından, unutuyor ve yıkılması karşısında da bu geleneksel unutkanlığımızdan dolayı habersiz oluyoruz.

Pera ya da Beyoğlu’nun tarihi, yapımlardan çok yıkımların tarihidir. Bu yıkımların bir kısmı belki yangınlar ve de kimi zorunlu haller içinde olmuşsa da, büyük bir kısmı ne yazık ki hep rant yüzünden olmuş, kentte kimliğini veren bir çok tarihi mekan yerle bir edilmiştir.

Bu yıkımlardan en çok zarar gören ise tiyatro ve sinemalar olmuştur. Bir zamanların sinema-tiyatro mekanı olan bu yörenin günümüzde görünümü ise her değişim-dönüşümle girişilen yeniliklere rağmen ne yazık ki pek hoş bir görünüm ortaya koymamaktadır.

Taksim meydanının orta yerinde zaman zaman, çadır ya da gecekondu stili yapılan derme çatma yapılarla ithal edilmeye çalışan kültür- sanat haftalarının da, can çekişen Beyoğlu’nu eski günlerine döndürmekten çok uzak kalan zorla bir uğraşı olduğunu söyleyebiliriz

Yalnızca Pera’nın neredeyse bir simgesi haline gelen Markiz’in -ya da emek sinemasının- fiziksel yapısındaki değişikliklere bakarak bile Beyoğlu’nun zaman içindeki konumunun tarihini yazmak mümkündür.

Sanırım Ah Beyoğlu, Vah Beyoğlu demenin tam zamanı....