Tarihle dalga geçmek...

TBMM Başkanı ve AK Parti İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Binali Yıldırım; yurt dışındaki her kentin neredeyse hepsinde “old city”nin var olduğunu ancak bizde bunun olmadığının altını çizerek yapılmasının gerekli olduğunu belirtti.
Old city kavramı bizim kentçilik anlayışımızın çok uzağında olup, hiçbir kentsel projenin içinde yer almayan, ya da bir diğer deyişle, yer alması mümkün olmayan yabancı bir kavram. Bu kavrama yabancı olmamız, onun ne anlama geldiğinden haberdar olup-olmamamızdan değil de, aksine, birkaç kentimiz dışında çoğu kentlerimizde uygulama alanının yok denecek denli az olmasından kaynaklanmaktadır. Hele hele, sayın Yıldırımın sözünü ettiği İstanbul’da uygulanması ise bize göre bir mucize.
Doğrudur, dünyanın neresine giderseniz gidin, yalnızca büyük kentlerde değil, çoğu kentte, yalnızca o kentin değil, genelde tüm ülkenin tarihsel sürecini ortaya koyan, bu tür korunmuş, ya da aslına uygun olarak restore edilmiş, sanki zamanın dondurularak günümüze taşındığı izlenimini veren tarihi yerler /caddeler, hadi bilemediniz sokaklar vardır. Buraları turistlerin ilk uğrak yeri olmasının dışında oraları, adeta o kentlerin birer vitrinleri gibidir. O vitrinde yer alan her mimari yapıda ya tarihsel bir süreci görüp izlersiniz, ya da çok önemli şahsiyetlerin bir müze titizliğinde korunup/saklanıp, günümüze aktarılmış mekanlarının varlığına tanıklık edersiniz.
Bu tür cadde ve sokaklarda, oranın- deyim yerinde ise- ritmini bozacak hiçbir şeyin varlığını göremezsiniz. Aksine her şey tarihten dondurularak günümüze armağan edilmiş gibidir. Çünkü oralarının asıl amacı; yalnızca şamatacı turist güruhlarının fotoğraf çektikleri yerler değil, onun da ötesinde bir kentin, bir ülkenin kendi tarihine gösterdiği bir saygının açıkhava müzesine dönüştüğü yerlerdir.
Bu tür old city’lerin en önemli özelliği ise ahengi bozacak hiçbir yeni olguya yer vermemelidir. Her şey ya çok eskidir, ya da zorunlu hallerde - çok az da olsa- eskisi gibidir. Buralarda tarih yeniden yazılmaz, zamanında yazıldığı gibi aynen korunur. Zaten bu yerlerin önemi de buradan gelir.
Acaba bizim hangi kentimizde bu tür “old city”ler var? Bir düşünelim. Belki biraz Mardin, biraz Antakya, zorlarsak Antalya kale içi, hadi biraz küçük ölçekli de olsa Safranbolu, Beypazarı vs....
Büyük kentlerimizin bir çoğunda ise yan yana, bırakın bir caddeyi bir sokağı oluşturacak denli bile bir tarihsel sürecin devamlılığını göreceğiniz bir yer yoktur. Onun için Türkiye’nin herhangi bir büyük kentinin hiç birinde dönem (tarihsel) filmi çekemezsiniz. Mutlaka derme çatma platolar kurmak zorunda kalırsınız.
Bir kentte “old çity” yapacağız diye “old city”ler yapılmaz... Old city yapılanı korumak, ya da yapılmış olanı günümüze taşımaktır. Yoksa onları Miniatürk gibi yeniden yapmak değildir.
Oysaki sayın Binali Yıldırım’ın sözünü ettiği old city’e uygun çok ama çok güzel bir yerimiz vardı. Ama onu da; öylesine gaddarca, acımasızca, öylesine hoyratça yok ettik ki? Ve hala da etmekteyiz ki...
Herhalde eskilerin deyimiyle Grand Rue de Pera, ya da Cadde-i Kebir, yani günümüzün İstiklal Caddesi’nden söz ettiğim anlaşılmıştır. Son 20 yılda bu caddede, AVM ya da benzerlerine feda ettiklerimizi bir yazmaya kalksam, inanın yerim yetmez...
Garip bir kentçilik bilincine sahibiz. Tabii buna bilinç denirse... Önce terk ediyoruz, sonra unutturup, yakıp yıkıyoruz. Sonra da onları bulundukları yerlerin ve dönemlerin çok uzaklarında ait olmadıkları bir yerde yeniden yapmayı düşlüyoruz.
Tarihle dalga geçmek sanırım böyle bir şey...