Tarık Akan’dan gelen telefonun beraberinde getirdikleri! Türk halkının kendi aydınından çektiğini başka hiçbir ülke çekti mi?
Çok sıcak bir Temmuz günü idi. Akdenizin güneşi, Toros dağlarının ormansiz kayalarından yansıyıp kıyıdaki ovayı kaynatmaktaydı.
Telefonum çaldı. Tanımadığım bir numara…
- Latif Bey ile mi görüşüyorum?
- Evet ben Latif, buyurun!
- Ben Tarık Akan…
- “Yani şu ünlü aktör Tarık Akan mı?” diye sormuşum elimde olmadan!
- “Evet” demişti. Telefonumu Aydınlık Gazetesi’nden aldığını ve benimle görüşmek istediğini söylemişti. Çünkü o hafta sonunda, benim Afrodisias Antik Kenti ile ilgili bir yazım çıkmıştı Aydınlık’ta. O yazıyı okuduğunu, kendisinin de Afrodisias ile ilgili bir film yaptığını ve buluşursak bana o filmin bir DVD’sini vermek istediğini belirtti. Hatta çok zarif şekilde, benim Afrodisias’ı anlatımımın, kendi filminin senaryosundan daha iyi olduğunu ve keşke daha önce tanışmış olsaydık beraber çalışabileceğimizi de söylemişti. Koltuğumuz kabardı duyunca. Ben de İstanbul’da yaşamadığımı belirtince, adresimi aldı ve üç gün sonra postacıdan, Tarık Akan’ın el yazısı ile adresimi yazdığı sarı zarf içinde, onun yönetmenliğini yaptığı “Afrodisias” filmini almış oldum.
Bu anı, hayatımdaki en kısa ama en anlamlı karşılaşmalardan biri olarak sonsuza kadar yaşayacak benimle, eminim. Tarık Akan ile ilk ve son defa telefonda tanışıp konuşmam bu kadar oldu. Zaten üç ay gibi kısa bir süre sonra da aramızdan ayrıldı bu güzel, devrimci insan.
Onun vefatının üstünden altı seneden fazla bir zaman geçmesine rağmen, neden onu hatırlayıp bu yazıyı yazdığıma gelince; memleketimizin “aydın” problemini böylesine olumlu bir örnek ile karşılaştırmalı olarak ele alabilmek istedim.
Daha iki hafta önce, dünyada ne kadar Rus sanatçı, ressam, yaşayan ve ölmüş yazar, şair, operacı, popçu, kemancı, tenisçi, kayakçı, futbolcu, kedi, köpek, oligark var ise, Batı medeniyetsizliğinin yasaklamaları ve sansürüne uğradı. Balkanlardan Orta Asya’ya en önemli kültürlerden biri olan Türk kültürünün aydınlarından bu sansüre karşı sadece Türkiye Sanatçılar Birliği ses çıkardı ve protesto etti. Aynı gün ise 190 civarındaki sanatçı ve aydın, “savaşa hayır” başlığı ile bir bildiri yayınlayıp, sansürü değil de, Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yaptığı NATO’yu engelleme operasyonunu protesto ettiler. Bizim de kişisel arkadaşımız olan bazı sanatçılar ise, bu sansürü açıkça eleştirmeyi “Avrupa’da sanat yapmamız tehlikeye girer” diye kabul etmediler.
Bardağı taşıran son damla ise, Ataol Behramoğlu’nun Putin’e yazdığı ve yine “hem nalına hem de mıhına” vuran mektubu oldu. Rus sanatçılara yapılan sansürü eleştiriyor ama, Rusya’nın operasyonunu da eleştirerek “dengeye” kavuşturuyordu kendi pozisyonunu. Yani halk dilindeki “ne şiş yansın ne kebap” deyimini haklı çıkarırcasına bir posizyonsuzluk ortaya koyuyordu aslında. O zaman anladım, halk deyimleri içinde, bu tür davranışlar için neden bu kadar çok örnekler bulunduğunu. Birkaç tanesini sıralayalım:
“Ne yardan geçmek, ne de serden”
“Suya sabuna dokunmamak”
“İki arada, bir derede kalmak”
“İki ucu .oklu değnek”
..ve daha niceleri.
Bu karşılaştırmayı neden yapıyoruz? Çünkü, bir tarafta hasta yatağında bile olsa, güzelin ve doğrunun kıymetini teslim etmek için zahmete giren bir Tarık Akan aydınımız var. Zarif, egosuz, kıymet bilen, hayattaki varlık sebebini kavramış bir bilge kişi. Bir tarafta da, tipik Türk aydınının yüz yıldır takındığı tutum gibi, “ne şiş yansın ne kebap” diyenler.
Siyasi tutumunu, akşamları seyrettiği düzen TV kanallarının NATO’cu düşünceleri ile oluşturan, zahmet edip sebep-sonuç ilişkisini araştırmayan, aynen köy kahvehanelerindeki sohbet havasında politika yapan o kadar çok aydın ve sanatçı var ki, insan hayretler içinde kalıyor.
1970’lerin karanlık günlerinde, Mülkiye’nin koridorlarında kıran kırana siyaset tartıştığımız Dev-Yol’cu, Halkın Kurtuluşu’cusu, IGD’li, Rizgarı’ci, ya da 49 fraksiyondan birine ait arkadaşlarımızla, aramızdaki en ortak taraf, hepimizin Amerikan emperyalizmine ve NATO’ya karşı olmamızdı. Başka bir sürü konu büyük kavgalara yol açıyor olsa bile, Amerikan emperyalizmi denince akan sular duruluyor ve birleşiyorduk.
Şimdilerde, nasıl oluyor da o günlerdeki siyasetlerden gelen binlerce aydın ve sanatçımız, gerek iç politikada, gerekse de dünya politikasında, 40 sene öncesinin de gerisine düşüp, sanki NATO’ya yeni girdiğimiz günlerin anlayışına ve hevesine sahip olabiliyorlar? Nasıl oluyor da “bizim pozisyonumuz neden NATO’nun pozisyonu ile birebir örtüşebiliyor acaba” diye sormuyorlar?
Sevgili Tarık Akan’ın bizimle yaptığı kısacık telefon konuşması ile başlayan bu düşünceler zinciri, bizi 1950’lere kadar götürdü birdenbire. Bir tarafta Yeşilçam jönlüğünü bir taraf itip, emperyalistlerin Türk Milleti’ne satmaya çalıştığı reklamlarda oynamayı bile reddeden Tarık Akan’ımız var. Öteki tarafta da tüm “solcu ve devrimci” söylemlerin ve lafların arkasına gizlenmiş ve objektif olarak NATO’culuğa soyunan aydın ve sanatçılarımız.
Eminiz ki, rüzgar başka taraflardan estiğinde, bu kafası karışık aydınlarımızın büyük çoğunluğu, yine o rüzgara kapılıp doğrudan tarafa tavır alacaklardır. Ama belli ki, memleketin geleceğini ellerine verebileceğimiz bir aydın ve sanatçı nüfusunu yaratmak da, bugünün ve bizlerin asli görevlerinden biridir.